11 Temmuz 2012 Çarşamba

The Bells Toll for Syria


Let’s go back to near history. To the beginning of the WW I, when the Germany was trying to involve the Ottoman officially in the war. We would all remember the bren-carriers called Yavuz and Midilli or better known as Goeben and Breslau. These carriers came into the Ottoman waters from Çanakkale gate and later the Ottomans claimed them and recalled them Yavuz and Midilli. Afterwards, as those carriers bombed the ports of Sevastopol, the Ottomans were also pulled into the war.

And today, there are two obstacles left before the reformation of Middle East, which has started as Arab Spring. One of them is Iran, whereas the other is Syria.  Even though the NATO, United Nations and USA – I guess it would be better to call them “Allied Powers” –provide every kind of support to rebels in Syria, the rebels in Syria could not eventually be successful as they are not skilled as the ones in Egypt and Libya. There is one option left; choosing a victim country to wage a direct war against that country… 

The increasing Arab admiration and Neo-Ottomanism movement have been an obstacle against the Government to involve in a war. So what should be done for that??? Actually the answer has been quite simple. The ones, who know that the Turks would never accept a twist in the wind, pushed the button and made a Turkish jet crash down in the offshore waters of Syria. Syria claimed it was a violation in the sovereign base area, where the Turks saw it as an unacceptable mistake and started to have war paints on. Here comes the question; have you ever filed a complaint to the police against your friend just because he hit you once? Or have you ever sued someone just because he threatened you once? For a legal sanction, the precondition is the continuity of the attack. So? So, as you cannot claim that your jet, which was made crash down by Greek Mirage planes as a declaration of war, you cannot claim this as a declaration of war, either.

And, despite all done, can Turkey be involved in a possible war by a president that is the co-chairman of the Big Middle East plan? I don’t think it is a must to be fortuneteller to guess that. A country, which claims it was an accident that you plane crashed down by the Greek planes, goes in front of cameras and calls the NATO with regards to the Article 4.
Yes, I guess the bells toll for Syria or rather BesharEssad…

10 Temmuz 2012 Salı

GÜLMESENE

Dayımın kızıyla bir hafta arayla doğum yaptık biz, Rezzan daha önce doğdu. Dün G'nin kızı İ'nin doğum gününü kutlayacaklarmış, arada, geçmiş olsa da Rezzan'nınkini de kutlayalım dediler. 'Rezzan'nın işi olabilir!' dedim hemen. Sevmez benim kız öyle şeyleri. 

Aradım Rezzan'ı, 'Gelirim ama benimkini kutlamayın bak, hiç sevmiyorum öyle şeyleri' dedi, tahmin ettiğim gibi.

Akşam söz verdiği saatte evdeydi, dakiktir benim kızım. Ama üstü başı perişaaaaan. 
'Amaaan yaaee nolcak giderim bööölee' dedi, koc-ca kız oldu, hala ben demesem öyle gidecek, toparlayamıyor kendini. 
Bir de elinde eşofmanla gelmiş, 'Bununla gidiyim anne be, ha olmaz mı?' diye sormuyor mu, of of...

Akşam gittik neyse ki, onu giy-bunu giy davasından geciktik, bizi bekleyecek halleri yoktu, kesmişler pastayı. Ama G, kesilmiş pastanın üzerine mumları dikip 'Aaa! Rezzan! Hadi üfle mumları!' diye Rezzan' a doğru ilerleyince, dik dik baktım kızıma, şimdi ters bir şey söylemesin, 'Yeaakk yaa, ne üflücem çocuk gibi' demesin diye. 
Aferin ama; kıkır kıkır güldü sadece, içten içe böyle bir kutlama mı istiyor, anlamadım ki. 
Ayyy, uğraşamam ben G gibi, ekşili köfte yaparım, Avondan parfüm alırım, vallahi daha mutlu olur Rezzan. [doğru bu]

Gecenin ilerleyen saatlerinde, Rezzan ve İ, sahile indiler.
G ile 'Sizin için geldi bu kadar insan, nereye gidiyorsunuz' bakışı yaptık ama yok gittiler.

Bir zaman sonra en ufak kızım geldi, üzerine dondurma dökmüş. O kadar güzel vakit geçiriyorduk ki, kızmadım, eve gidince değiştiririz dedim.
Bir zaman sonra eşim geldi, çorba dökmüş üzerine, nokta nokta olmuş gömleği, keyfim yerindeydi, hallederiz, dedim.

Artık gecenin sonuna gelmiştik ki, Rezzan ile İ geldi. İ içeri girdi, Rezzan kapıdan kafasını uzatmış, girmiyor içeri. 'Ne yabani kız' dedim içimden. 
İ gülerek yanıma geldi. Rezzan beni çağırıyormuş.

İ kıkır gülüyor, Rezzan; 'Gülmesene kızım!' diyordu.
'Anne ya! Karanlıkta görmedim b.k a oturmuşum' dedi beni görünce. 

Allah'ım!!! Sonra da bana 'Çok konuşuyorsun' diyorlar.  Allah aşkına ne diyeyim ben şimdi bu kıza!

.......................................................................................................................................................................

C. TAZ-2

Çok ağladığında, denizde yüzerken su yutmuşcasına tuzlu su tadı olurdu ağzında.
Göz yaşları gözlerinin iznini almaksının, kirpiklerini birbirine yapıştırarak süzülürdü yanaklarından.

O ağlarken alırdı kararlarını, halbuki kaç kere söylemiştim; 'Üzgünken karar alma, sinirliyken cevap verme' diye. Dinlemezdi ki beni. Ben konuşurdum o duyardı ama dinlemezdi.

Beni karşısında görünmez ederdi, toz bulutu olup uçardı ruhum. Karşısında bir et yığını olarak kalırdım. Bakmazdı gözlerimin içine, bir boşluk bulurdu; dalar giderdi. Belki de o boşluğa can veriyordu, kimbilir?
Ne düşündüğünü anlamak imkansızdı zaten.

Birgün bana; 'Birisinin bana anlam vermesini istiyorum!' dedi usul usul. Benim duymamı istememişti sanki; cevap vermemi istememişti. Kendi içindeki onlarca kişilikle konuşur gibiydi.

'Ben seni anlıyorum' diyemedim. Diyemezdim, sıradanlaşmayı göze alamazdım. Binlerce kez söylenmiştir ona çünkü.

Beni 'iyi bir dinleyici' olarak gördüğünü daha tanışmamızın ilk dakikasında anlamıştım. Ben de gönüllü olmuştum  aslında bu misyona. Ses etmedim, dinledim, hep dinledim.

Kendini eksik görürdü. Yalnız hissederdi çok. Arardı eksik yanını!
Ne alakası vardı, eksik miydi ki o, kendisini tamamlayacak birini arıyordu?!
O kadar tamdı ki; yanına yaklaşan taşırıyordu, gönlündekileri, zihnindekileri..
Ha, bir de yaşlarını..
O bunu bilmezdi. Kendisi ile ilgili gerçeği ona  asla söylemedim.

Sıradanlıklar içinde kavrulan insanların yanında parlardı, farkedilirdi, zaman geçse de unutulmazdı.
Ama o bunu bilmezdi, söylesem gülerdi zaten. Ah! O gülümsemesi. İnanmayarak gülümsemesi. Dudağının bir kenarını çapkınca kıvırır, gözlerini devirirdi. İzlediğimiz düşük bütçeli filmlerin aşk sahnelerinde de aynı gülüşünü yapardı. Ben üzerime alınırdım. Bu yüzden söylemedim ona, kendisini.  Bana gülmesine katlanamazdım, bunu göze alamazdım, dayanamazdım.

Bazen ağlarken, gülmeye başlardı. Endişeyle izlerdim.
'Deli olduğumu düşünüyorsun değil mi?' derdi kahkalarının arasında sıkıştırırak.
Endişemi gizler ben de eşlik ederdim kahkahasına, neye güldüğümü bilmeden.

Sonra çeker giderdi. Onu bulmamı istediğinde bulurdum.
Onu her bulduğumda, karnımdaki derin kara delik daha da derinleşmiş, büyümüş olurdu.


8 Temmuz 2012 Pazar

PAZARLAMA

'Kendi blogunun reklamını yapmalısın bence, tanıt kendini insanlara biraz'

--'Çekiniyorum kızım ya; pazarlamacı gibi ne o öyle'

'Gel bak ben açayım konuyu, ağzın laf yapar senin, dene bi'

--'E, iyi bari'...

Ben yapamam, kendi beğendim şeyi övemem, çekinirim. Hele bir de konu bensem; benim yaptığım şey ise, bini bir yaparım, ezerim çok. Bloğun adından da anlaşılacağı üzere...

Şimdi; benim mükemmel pazarlamacı konuşmamla başbaşa bırakıyorum sizleri...

Ece; 'Ya Rezzan da süper blog yazıyooo, anlatamam.'

Reklam yapacağım genç: 'Aaa öyle mi, ne hakkında yazıyorsun peki?'

Ben: 'Eee, şey yazıyom, yazı- mazı gibi bişey'



Reklam yapacağım meraklı genç: 'Haa ne güzel, ne hakkında yazıyorsun? Moda? Siyaset?'

( Moda derken kendi de inanmadı.)

Telaşlı ben; ' Yazı işte, güncel şeyler'

Reklam yapacağım, açıklama bekleyen genç: 'Güncel derken??'

Ne demek istediği anlaşılmayan ben: 'Güncel derken yani, şey.. Şöyle bir şey.. Hani insanın başına gelen şeyleri yazdım ben bloga. Okumalık yani..'

Yalan söyleyemeyen reklam yapacağım genç: 'Hımm, anladım'

EcE: 'Rezzan her insanın başına gelip de kelimelere dökemediği durumları mizansel bir dille ele alıp insanların 'Gerçekten öyle' demesini sağlayan akıcı yazılar yazıyor'

Ecenin sırtından geçinen ben: 'He ya öyle yapıyom! eheh'

Teşekkürler kraliçe :]

5 Temmuz 2012 Perşembe

Çeliker Ltd.Şti

         Başlık bir çoğunuz için yabancı gelmiş olabilir belki Fetttah Tamince dersem biraz daha tanıdık gelebilir. Hala mı yabancı geldi? O zaman Rixos otel dersem kesin bir yerden çıkarırsınız...
         Sosyolojinin giriş kitabı olarak kabul edilen ve hemen hemen her sosyoloji öğrencisinin okuduğu çok sevdiğim bir kitap vardır... "Hayvanlar çiftliği". Bu kitapta kısaca ormandaki hayvanlar Arslanların adaletsiz tutumundan sıkılarak bir devrim yapıyor ve domuzları başa getiriyorlar. Domuzlar başa geldikten sonraki ilk beyanatları ise şudur: "Bütün hayvanlar eşittir, Domuzlar daha da eşittir". Yani her iktidar kendi daha eşit insanlarını yaratır. Yada bunu biraz günümüze uyarlayacak olursak her iktidar kendi zenginlerini yaratır. Zamanında ülkücülük adı altında bunun meyvesini yiyen Cevahir AVM'nin sahipleri de buna güzel bir örnektir.
        Sebepsiz zenginleşme... İktisat okurken hepimiz bunu duymuşuzdur. Bu zenginleşme günümüzde Borçlar Kanunun 61-66 maddelerinde suç unsuru sayılmaktadır. Eğer Çeliker holding'in 2002 öncesi ve 2002 sonrası borsadaki hisse senetlerine bir göz atacak olursanız sanırım daha ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. Yada şöyle bir örnek vereyim: Sayın Tamince bir konuşmasında lise son sınıfta okurken 25 bin doları olduğunu söylemiştir. Lise son sınıf öğrencisinin 16-17 yaşlarında olduğunu düşünürsek şu anki yaşının da 40 olduğunu biliyorsak basit bir hesapla sayın Tamincenin geçen yıllar içinde senede yaklaşık 40 milyon dolar kazandığını görüyoruz.
         Aslında ben her iktidarın kendi zenginlerini yaratmasının çokta yanlış olduğunu düşünmüyorum ama yanlış olan yanlış konularda yanlış insanları zengin etmektir. Bugün turizm denilince akla ilk gelen insan sayın Tamincedir. Peki kendisi turizme ne gibi bir katkı yapmıştır? Ya da şu soruyu sormak daha uygun olur: Bugün Türk turizmi özellikle de Yunanistan, İspanya ve Portekiz gibi ülkelerin krizle boğuştukları fırsatlarla dolu bu sene istenen seviyede midir? Bunlara başka bir yazıda değineceğim ama burada sadece şunu belirtmek isterim ki sayın Tamincenin Türk turizmine tek katkısı Rixos otellerini özellikle de Bodrum Rixos'u Osmanlı motifleri ile süsleyerek yükselen Osmanlıcılık akımına olan yaptığı katkıdır.
   

BİLANÇO 3. gün

3. Gün


Her sene tatilin üçüncü günü, bünyemde inanılmaz ve karşı konulmaz bir 'boncuklu bileklik takma' arzusuyla uyanırım. 
Adetten midir, bilinmez, tatile giden, gittiği yerde, akşam üstü açılan incik bocuk tezgahlarından illa bir bileklik alır. Bu nasıl karşı konulmaz bir histir? 
Tatilde alınan bileklikler gizemlidir, değişiktir yani; şehir merkezlerinden alınanlardan. Eve döndüğünüzde 'pufff!' yer yarılır içine girer, bir daha da bulamazsınız.
Hazır konu açılmışken; bir çift küpe gizemini de asla anlayamayacağım. Birbirinine bu kadar uyumlu bir çift küpe, her nasılsa sabah olduğunda, gece konulan yerde  'yekpare' bulunuyor. Ne oluyor o gece, hala bir sır... Sevgili yazarımız Mehmet Demir olsaydı : 'İsrail ve ya Amerika var bu işin içinde, kesin yani'  derdi. :]  Naber Mehmet? :]




Neyse, konuyu dağıtmayalım..
Denizden döndükten sonra koştura koştura incik boncuk tezgahlarına gittim. Çeşit fazlalığı beni daha da iştahlandırdı. B.kumda boncuk arama kıvamında tüm tezgahları tek tek, yavaş yavaş, diğer insanların görüş alanını kapaya kapaya, sınırları zorlaya zorlaya ilerlerken 'Geçici Dövmeci' gördüm.


'Yooo Rezzan saçmalama, olmaz, o kadar da değil' diye içimden geçirirken gözüme dövmeci çarptı.
Kıçından ha düştü düşecek gibi duran pantolonunu, Dolce- Gabbana (!) kemeriyle tutturmuş, saçlarını ölümüne havaya dikmiş, esmer mi esmer bir ergendi bu dövmeci.
Teypten çalan müziğe, bacaklarını hiç hareket ettirmeden sadece kollarıyla tempo tutan bir dövmeciydi bu.
Öyle dövmeci mi olur mu yahu? Ne biliyim, dövmeci dediğin ya dazlak olur ya uzun saçlı, kolları boydan boya dövmeyle kaplıdır, oynamaz, öyle öğrettilerdi bize okulda.


Öyle boş boş; oynayan dövmeciye bakarken şöyle bir ses duydum..'Abla-abla-abla!!!!'


'Çaatttt!' (Bana çarptılar.) 
'Aaaıııhhh' (Bu da benim tepkim)


Erikli'ye gelmeyi düşünen kişilere uyarımdır; 'Burada, freni olmayan bisikletleri, kalın şeritli plastik terlikleriyle durdurmaya çalışan 9-10 yaşında, çok çocuk var.  (parmak arası terliklerin karizmasını henüz anlayamamış) Olmuyor, duramıyorlar bazen. Temkinli olunuz.' 


Bana bir şey olmadı. Biraz dizimde yanma var ama geçer gibi, eve gidince buz koydum ya bir şey olmaz heralde..


Yahu konu bileklikti.. Bir saniye toparlıyorum..
Neyse, tezgahta duran adamın sinirden gözleri seyirmeye başlamışken, aldım bir tane bileklik, taktım koluma. Ondan sonraki günler, kolumda unutup onunla bronzlaştım, aferin bana.








4 Temmuz 2012 Çarşamba

Kürtaj

       Başbakanımız geçenlerde İstanbuldaki parti kongresinde "her kürtaj bir cinayettir, her kürtaj bir Uluderedir" diyerek büyük bir tartışma başlatmıştır. Bu aslında geç kalmış bir yazıdır.
        Hepinizin malumu başbakanımız kürtajı bir cinayet olarak görüp zorunlu haller dışında bunun yapılmaması gerektiği konusunda kanun çalışması yapıldığını söylemiştir. Hatta sezaryen ile ilgili bir kanun tasarısı da bu sıralarda yasalaşmıştır. Ben herkes gibi bu konuyu " Benim vücudum, Benim Kararım" noktasından ele almak yerine " Doğmamış çocuğa don biçmek" deyiminden ele almanın daha doğru olduğunu düşünüyorum.
          Kürtaj dünyanın hemen her yerinde yasalarla korunan doğal bir haktır. Bu hakka sahip olunan Türkiye'de buna rağmen halen cami veya karakol önüne bırakılan bir çok çocuk vardır. Peki kürtaj yasaklanırsa ne olur? Herkesin bir sevda ile aldığı evcil hayvanlardan bir süre sonra sıkılıp sokağa bıraktığı ülkemde bir sürü sorumluluğu olan bir çocuğun istemeye istemeye doğması sonucu oluşabilecekleri düşünürsek sanırım bugün bile şikayet ettiğimiz sahipsiz sokak çocuklarının sayısında bir patlama olacağını öngörmek zor olmasa gerek.
            Yazıyı kısa tutma adına son olarak şunu söyleyebilirim ki; Kürtajı yasaklarsanız kürtaj yapan kadınların sayısı azalmaz öldürülen kadın sayısı artar...