13 Temmuz 2012 Cuma

SİNEMA

Bilet kesen kişi: Aman off, bir çift geliyor yine. Bıktım artık, bir saat yer seçemezler şimdi. 'Şurası olsun mu aşkım' 'Sen bilirsin bebeğim ama çok yakın perdeye' falan filan.. Madem sen bilirsin diyosun da ne diye yakın diyorsun! Ne yapmaya çalışıyorsun sen, amacın gayen ne senin arkadaş?!?
Yahu bir de filmin saatine bakmıyorlar ya, kıl oluyorum arkadaş! Kaçta başlayacakmış! Ebende başlayacak! Oraya biz haybeye astık afişi zaten. Git bak, çok mu zor?

-Merhaba! Filmimiz birazdan başlayacak. Nerede oturacaksınız? Ekranda boş yerlerimiz gözüküyor oradan seçebilirsiniz efendim.

Bilet kontrol eden kişi : Aha! Yine dışarıdan yiyecek- içecek getiriyorlar. Salak mıyım ben? Çanta patlayacak. Pepsi mi o? Marka okuyorum artık kumaş üstünden. 'Aç çantanı,' da diyemem, ayıp, biliyorlar tabi diyemeyeceğimi.
Ah!! Hayat çok anlamsız! Bazen; sanki hiç bir iş yapmıyormuş gibi hissediyorum kendimi. Biletin köşesini yırtmaktan başka ne iş yapıyorum ki ben? 

-Merhaba! Biletinize bakabilir miyim? 
Çırt'! 
-İyi seyirler!

Yer gösterici :Hani bahşiş veriyorlardı ya bu işte! Göstermiyorum ya, herkesin okuması yazması var, bulsunlar yerlerini! Hayret bişey yaaa!

-Buyrun, bakayım bi biletinize, hımm K sırası 5 ve 6 numara. İyi seyirler!
 ---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bugün sinemaya gittik de ayıptır söylemesi. Film kötüydü.. 

Ama aynı şeylere güldüğünüz bir insan varsa yanınızda, kötüler o kadar da kötü görünmüyor gözünüze.

 
Ben yukarıda yazılanları düşündüm bir ara, böyle bir yazı çıktı ortaya..

UYARI: Bu filme gitmeyin. İlla izlerim ben diyorsanız, korsan alın.







YA SONRA..


      
                       













Alışmak,çamaşır suyu içmek kadar gereksiz ve zararlı bence..Bi eşyaya 

alışmak,bi adama alışmak,bi kadına alışmak..Önce bi merhaba,sonra 

telefonlaşmalar,buluşmalar falan filan..Sonra onu hep görmek istersin..Her 

kafan bozulduğunda onu ararsın..İçersin,dağıtırsın,gelip seni ''o'' toplasın 

istersin...Bütün bunlar neden,niçin,düşünmek bile istemezsin..Halbuki ''o'' 

sigara paketin gibi heran elinin altında olabilecek bişey değildir ki..İlk 

zamanlar onun seni gülümsetmesi hoşuna gidecek,onu gülümsetmek en büyük 

keyfin olacak..Herşeyi beraber yapmalar,gülmeler,eğlenmeler falanlar 

filanlar..Mesela karşılıklı oturup rakı bile içebilirsin,ilk dubleni kusmuş bile 

olsan devam edebilirsin,,İkinci dublenin yarısını masaya döksen bile devam 

edebilirsin..Çünkü bütün engellere rağmen sen ''onunla'' sındır..Ne sıfatla 

olduğu mühim değil..Onun yanında ağlayabilirsin de,hiç sorun değil..Mutlaka 

sana şevkatle sarılıp,gözyaşını silecektir..Sonra bisürü küçük gemi inşa eder 

''o''..Bunlar ne demene kalmadan,bırakır o gemileri açık denizine..Sen 

kalakalırsın..konuşmak,şimdi sağır birine bi şarkı mırıldanmak kadar anlamsız 

gelir..Susarsın,,susarsın,,susarsın,,,O gemileri geri getiremeyeceğini 

anlarsın,iş işten geçmiştir...Sonra bi sandal inşa eder ve ''o'' da gider..Sen yine 

susarsın,,Halbuki ne de güzeldi dersin kendi kendine,,''Ne de güzel 

gülüşürdük,dünya dururdu sanki..''Ama aslında dünya herşeye rağmen dönerdi 

ve sen bu gerçeğin bi tokat gibi yüzüne çarpmasından hep korkardın..O tokatı 

yediğinde bi süre salağı oynarsın..''Aman alışkanlık işte,haftaya geçer...''


Evet ''o'' pes eder,ve sendeki ''o'' biter gider...Çok üzülmezsin,çünkü bilirsin ki 

sen ''o'na'' dünyanın en gerçek gülüşlerini verdin.Neyse demem o ki;alışmalar 

kötüdür,hatta berbattır..Alışmaya başladığınız herşeyden uzaklaşın 

düşünmeden..

çünkü ''o herşey'',sizin ona alışmaya başladığınızı hissettiği anda canınızı 

acıtmaya çalışacaktır..

İzin vermeyin.Herkese gülümseyin,ama en gerçek gülüşlerinizi herkese 

göstermeyin.Onları kendinize saklayın,yada sokaktaki küçük bi çocuğa..

Bu yazıda yaşanmışlık aramayın...

Sizde biliyosunuz ki bu hikaye hepimizin ufak bi özeti..

iyi günler..

12 Temmuz 2012 Perşembe

UYUMA, DOĞUR! :)


Kimine göre kendine aile yaratma, kimine göre ölümsüzlük iksiri, bazı cin fikirliler için geçici çözüm, ancak kökenleri çok eskilere dayanan 1 mucizedir doğum! Kendimde doğurduğumdan mütevellit nasıl olduğunu bildiğim dayanılmaz bir acıdır, saçının ucundan ayak parmağına kadar ter içinde kalıyorsun, yaşayınca anlıyorsun. Çok yorucu. O kadar yorucu ki, sancının mola verdiği  45 sn'lik aralarda uykuya dalabiliyorsun. Hah! İşte tamda bu noktada annemin beni doğurma anını yazmak istiyorum. Annem dayanılmaz sancılar çekerken ev-ebe entegrasyonunda şöyle doğmuşum ben ; 
Beni doğurtanı yani bana ilk dokunan insanı hep çok merak etmişimdir. Merak etmeye başladığım zamanlarda ölmüştü kadıncağız. Hakkında tek bildiğim beni doğurturken çok zorlandığı. Annecimin işte o 45 sn’lik molaları az uzun sürmüş, bildiğimiz "tatlı tatlı uykusu gelmiş" :)) Uyuyormuş yani ve hatta olayın ehemmiyetini hiçe sayarak “bırakın uyuyayım” diyormuş. Ben, afedersiniz rahim ağzında ölee kalakalmışım. Ebe’cimde “kızım uyan çocuğu boğcan” diyomuş. Annem yine şuur yoksunu bilinçsiz 1 fukara olarak, doğurmasına ramak kala  “azıcık uyuyayım, uyanınca doğurayım” diyormuş. Ebe’cim en sonunda yaradana sığınıp anneme bi tokat çakmış “ıkın uleyyn!” tadında bağırıp, annemi uyandırmış! Ben de üzerinize afiyet 1 çırpıda (avazda) olmasa da bu dünyaya nahoş gelmişim gayri :)
Uykuyu çok sevmem bu sebeptendir! Ailemin vardığı sonuç budur! ;)



11 Temmuz 2012 Çarşamba

The Bells Toll for Syria


Let’s go back to near history. To the beginning of the WW I, when the Germany was trying to involve the Ottoman officially in the war. We would all remember the bren-carriers called Yavuz and Midilli or better known as Goeben and Breslau. These carriers came into the Ottoman waters from Çanakkale gate and later the Ottomans claimed them and recalled them Yavuz and Midilli. Afterwards, as those carriers bombed the ports of Sevastopol, the Ottomans were also pulled into the war.

And today, there are two obstacles left before the reformation of Middle East, which has started as Arab Spring. One of them is Iran, whereas the other is Syria.  Even though the NATO, United Nations and USA – I guess it would be better to call them “Allied Powers” –provide every kind of support to rebels in Syria, the rebels in Syria could not eventually be successful as they are not skilled as the ones in Egypt and Libya. There is one option left; choosing a victim country to wage a direct war against that country… 

The increasing Arab admiration and Neo-Ottomanism movement have been an obstacle against the Government to involve in a war. So what should be done for that??? Actually the answer has been quite simple. The ones, who know that the Turks would never accept a twist in the wind, pushed the button and made a Turkish jet crash down in the offshore waters of Syria. Syria claimed it was a violation in the sovereign base area, where the Turks saw it as an unacceptable mistake and started to have war paints on. Here comes the question; have you ever filed a complaint to the police against your friend just because he hit you once? Or have you ever sued someone just because he threatened you once? For a legal sanction, the precondition is the continuity of the attack. So? So, as you cannot claim that your jet, which was made crash down by Greek Mirage planes as a declaration of war, you cannot claim this as a declaration of war, either.

And, despite all done, can Turkey be involved in a possible war by a president that is the co-chairman of the Big Middle East plan? I don’t think it is a must to be fortuneteller to guess that. A country, which claims it was an accident that you plane crashed down by the Greek planes, goes in front of cameras and calls the NATO with regards to the Article 4.
Yes, I guess the bells toll for Syria or rather BesharEssad…

10 Temmuz 2012 Salı

GÜLMESENE

Dayımın kızıyla bir hafta arayla doğum yaptık biz, Rezzan daha önce doğdu. Dün G'nin kızı İ'nin doğum gününü kutlayacaklarmış, arada, geçmiş olsa da Rezzan'nınkini de kutlayalım dediler. 'Rezzan'nın işi olabilir!' dedim hemen. Sevmez benim kız öyle şeyleri. 

Aradım Rezzan'ı, 'Gelirim ama benimkini kutlamayın bak, hiç sevmiyorum öyle şeyleri' dedi, tahmin ettiğim gibi.

Akşam söz verdiği saatte evdeydi, dakiktir benim kızım. Ama üstü başı perişaaaaan. 
'Amaaan yaaee nolcak giderim bööölee' dedi, koc-ca kız oldu, hala ben demesem öyle gidecek, toparlayamıyor kendini. 
Bir de elinde eşofmanla gelmiş, 'Bununla gidiyim anne be, ha olmaz mı?' diye sormuyor mu, of of...

Akşam gittik neyse ki, onu giy-bunu giy davasından geciktik, bizi bekleyecek halleri yoktu, kesmişler pastayı. Ama G, kesilmiş pastanın üzerine mumları dikip 'Aaa! Rezzan! Hadi üfle mumları!' diye Rezzan' a doğru ilerleyince, dik dik baktım kızıma, şimdi ters bir şey söylemesin, 'Yeaakk yaa, ne üflücem çocuk gibi' demesin diye. 
Aferin ama; kıkır kıkır güldü sadece, içten içe böyle bir kutlama mı istiyor, anlamadım ki. 
Ayyy, uğraşamam ben G gibi, ekşili köfte yaparım, Avondan parfüm alırım, vallahi daha mutlu olur Rezzan. [doğru bu]

Gecenin ilerleyen saatlerinde, Rezzan ve İ, sahile indiler.
G ile 'Sizin için geldi bu kadar insan, nereye gidiyorsunuz' bakışı yaptık ama yok gittiler.

Bir zaman sonra en ufak kızım geldi, üzerine dondurma dökmüş. O kadar güzel vakit geçiriyorduk ki, kızmadım, eve gidince değiştiririz dedim.
Bir zaman sonra eşim geldi, çorba dökmüş üzerine, nokta nokta olmuş gömleği, keyfim yerindeydi, hallederiz, dedim.

Artık gecenin sonuna gelmiştik ki, Rezzan ile İ geldi. İ içeri girdi, Rezzan kapıdan kafasını uzatmış, girmiyor içeri. 'Ne yabani kız' dedim içimden. 
İ gülerek yanıma geldi. Rezzan beni çağırıyormuş.

İ kıkır gülüyor, Rezzan; 'Gülmesene kızım!' diyordu.
'Anne ya! Karanlıkta görmedim b.k a oturmuşum' dedi beni görünce. 

Allah'ım!!! Sonra da bana 'Çok konuşuyorsun' diyorlar.  Allah aşkına ne diyeyim ben şimdi bu kıza!

.......................................................................................................................................................................

C. TAZ-2

Çok ağladığında, denizde yüzerken su yutmuşcasına tuzlu su tadı olurdu ağzında.
Göz yaşları gözlerinin iznini almaksının, kirpiklerini birbirine yapıştırarak süzülürdü yanaklarından.

O ağlarken alırdı kararlarını, halbuki kaç kere söylemiştim; 'Üzgünken karar alma, sinirliyken cevap verme' diye. Dinlemezdi ki beni. Ben konuşurdum o duyardı ama dinlemezdi.

Beni karşısında görünmez ederdi, toz bulutu olup uçardı ruhum. Karşısında bir et yığını olarak kalırdım. Bakmazdı gözlerimin içine, bir boşluk bulurdu; dalar giderdi. Belki de o boşluğa can veriyordu, kimbilir?
Ne düşündüğünü anlamak imkansızdı zaten.

Birgün bana; 'Birisinin bana anlam vermesini istiyorum!' dedi usul usul. Benim duymamı istememişti sanki; cevap vermemi istememişti. Kendi içindeki onlarca kişilikle konuşur gibiydi.

'Ben seni anlıyorum' diyemedim. Diyemezdim, sıradanlaşmayı göze alamazdım. Binlerce kez söylenmiştir ona çünkü.

Beni 'iyi bir dinleyici' olarak gördüğünü daha tanışmamızın ilk dakikasında anlamıştım. Ben de gönüllü olmuştum  aslında bu misyona. Ses etmedim, dinledim, hep dinledim.

Kendini eksik görürdü. Yalnız hissederdi çok. Arardı eksik yanını!
Ne alakası vardı, eksik miydi ki o, kendisini tamamlayacak birini arıyordu?!
O kadar tamdı ki; yanına yaklaşan taşırıyordu, gönlündekileri, zihnindekileri..
Ha, bir de yaşlarını..
O bunu bilmezdi. Kendisi ile ilgili gerçeği ona  asla söylemedim.

Sıradanlıklar içinde kavrulan insanların yanında parlardı, farkedilirdi, zaman geçse de unutulmazdı.
Ama o bunu bilmezdi, söylesem gülerdi zaten. Ah! O gülümsemesi. İnanmayarak gülümsemesi. Dudağının bir kenarını çapkınca kıvırır, gözlerini devirirdi. İzlediğimiz düşük bütçeli filmlerin aşk sahnelerinde de aynı gülüşünü yapardı. Ben üzerime alınırdım. Bu yüzden söylemedim ona, kendisini.  Bana gülmesine katlanamazdım, bunu göze alamazdım, dayanamazdım.

Bazen ağlarken, gülmeye başlardı. Endişeyle izlerdim.
'Deli olduğumu düşünüyorsun değil mi?' derdi kahkalarının arasında sıkıştırırak.
Endişemi gizler ben de eşlik ederdim kahkahasına, neye güldüğümü bilmeden.

Sonra çeker giderdi. Onu bulmamı istediğinde bulurdum.
Onu her bulduğumda, karnımdaki derin kara delik daha da derinleşmiş, büyümüş olurdu.


8 Temmuz 2012 Pazar

PAZARLAMA

'Kendi blogunun reklamını yapmalısın bence, tanıt kendini insanlara biraz'

--'Çekiniyorum kızım ya; pazarlamacı gibi ne o öyle'

'Gel bak ben açayım konuyu, ağzın laf yapar senin, dene bi'

--'E, iyi bari'...

Ben yapamam, kendi beğendim şeyi övemem, çekinirim. Hele bir de konu bensem; benim yaptığım şey ise, bini bir yaparım, ezerim çok. Bloğun adından da anlaşılacağı üzere...

Şimdi; benim mükemmel pazarlamacı konuşmamla başbaşa bırakıyorum sizleri...

Ece; 'Ya Rezzan da süper blog yazıyooo, anlatamam.'

Reklam yapacağım genç: 'Aaa öyle mi, ne hakkında yazıyorsun peki?'

Ben: 'Eee, şey yazıyom, yazı- mazı gibi bişey'



Reklam yapacağım meraklı genç: 'Haa ne güzel, ne hakkında yazıyorsun? Moda? Siyaset?'

( Moda derken kendi de inanmadı.)

Telaşlı ben; ' Yazı işte, güncel şeyler'

Reklam yapacağım, açıklama bekleyen genç: 'Güncel derken??'

Ne demek istediği anlaşılmayan ben: 'Güncel derken yani, şey.. Şöyle bir şey.. Hani insanın başına gelen şeyleri yazdım ben bloga. Okumalık yani..'

Yalan söyleyemeyen reklam yapacağım genç: 'Hımm, anladım'

EcE: 'Rezzan her insanın başına gelip de kelimelere dökemediği durumları mizansel bir dille ele alıp insanların 'Gerçekten öyle' demesini sağlayan akıcı yazılar yazıyor'

Ecenin sırtından geçinen ben: 'He ya öyle yapıyom! eheh'

Teşekkürler kraliçe :]