5 Kasım 2012 Pazartesi

KARŞILAŞTIRMA

Dİğer insanlarla karşılaştırılmak canımı çok sıkardı eskiden. 
Sonra sonra farettim ki; aslında zamanla bağışıklık kazanmışım bu duruma. Hatta bağımlılık yapmış bünyemde 'karşılaştırılmak'.

Eskiden, hala da çok sevdiğim cakabomla, çocukluk arkadasımla karşılaştırırdı annem beni.

- Bak çakabona, ne kadar dışa dönük, sıcak kanlı. Sense insan içine girmiyorsun. Bir elinde soda, diğer elinde kumanda, göbeğini kaşıya kaşıya bütün gün televizyon karşısında yayıl! 
Sen böyle devam et kızım, devam et sen böyle.

- Ahaha! Son cümlen çok komik ya, kelimelerin yerini değiştirdin sadece ahaha. (Böyle şeylere gülüyordum eskiden, asosyallik ne hale getirmiş beni.)

Sonraları, basketbol takımında beraber oynadığımız en evcimen takım arkadaşımla karşılaştırılmaya başladı annemn beni.

- Bak 5 numaraya, nasıl da anne-babasıyla iyi anlaşıyor, ne kadar tatlı dilli. Sen honoz!
 (Honoz: bizim köyümüzde sıkça kullanılan bir söz. Suratsız anlamında.)
 Bütün gün uyu sen kızım, uyu sen bütün gün.

-Ahaha! Kelimelerin yeri değişik sadece ahaha (Gerçekten tam bir salaklık buna gülmek.)

Gel zaman git zaman, pes etti annem. Beni diğer insanlarla karşılaştırmaya ömrünü adamış yegane insan da malulen emekli olduğunda, önce sevindim, sonra sıkıldım.  
Hatta, şöyle bir muhabbet bile geçti aramızda.

-Anne ya, şey var ya, hani şeyin kızı ya. Hah! O işte! Üniversiteyi kazanamamıs. Ehehe! Ben kazandım ama değil mi anne? 

- Her şey okumak değil kızım, okumak değil her şey, diye cevap verdi bana.

 
Baktım ki kimse beni, birileriyle karşılaştırmıyor; bu görevi ben devraldım. 
Komşu bazında karşılaştırılabileceğim yaşıtım olmayınca, akrabalarıma kaydı gözüm. 
Aile bağlarını olduğu gibi kabul etmeye programlandırıldığımdan onları da es geçtim.
Her dönem değişen arkadaş gruplarımdakilerin ise benim hayatımla uzaktan yakından bir ilgisi olmadığındanmıdır nedir, çabuk vazgeçtim.

Her genç kız gibi ben de ünlülere kafayı taktım sonraları. Şuram ona benziyo sanki, buram aynı onun gibi. Amuda kaltığımda, aynı o'yum he, gibi saçmalamaya başlayıp kendimi beğenmez olduğumda bir engelli vatandaşımızla karşılaştım. Çok şükür deyip elimi ayağımı çektim bu işlerden.  

Karşılaştırılma arzusu artık dayanılmayacak düzeye geldiğinde, kendime yoğunlaştım.
Artık, bir gün öncesi ile bugünü karşılaştırmaya başlamıştım bile. 
Geçen her gün, bir öncekinin fotokobisi olduğu için bundan da vazgeçmem pek zamanımı almadı açıkçası.

Şimdi Snoopy'nin başının etini yiyorum. 
-Çizdiğim resim sanki eğitim almış birininki gibi di mi? Valla on numara bence. Kesin sence de öyledir, gibi muhabbetler geçiyor aramızda. Daha doğrusu ben konuşuyorum, onayı da kendim veriyorum.
Atık, Snoopy'nin sıtkı sıyrıldığından mıdır, nedir, çizdiğim resmi kapak fotoğrafı yapmış.
Ama bence, eğitim almış birisinin resmine benzediği için yapmıştır. Kesin öyledir,eheh  :]


 


 

11 Ekim 2012 Perşembe

AYAKKABI

Ziyarete gittiğimiz apartman 3 katlıydı ve her katında da dünyaya yeni yeni melekler gelmişti.
Biz üçüncü katta, kapısı pembe tüllerle süslenmiş dairedeydik.
Biz ziyarete gittiğimizde diğer misafirler kalkmış olduğundan,  bizden başka misafir yoktu.

O yüzden örneklendirmeyi, birinci kat üzerinden yapacağım :]

İlk katta bulunan dairenin kapısının önü, çeşit çeşit ayakkabılarla dolup taşmıştı. 

Kapının önündeki  ayakkabılar, sahipleri hakkında oldukça tatmin edici bilgi verir bence.

Mesela gündüz vakti olmasına rağmen açık, topuklu ayakkabısını kapının önünde çıkaran kadının tırnakları kırmızı ojelidir.

Ya da, iki ayakkabı arasında bir adımdan fazla mesafe varsa, o ayakkabının sahibi muhtemelen tuvalete zor yetişmiştir.
Eğer; ayakkabılar topuklarına basılarak kullanılmışsa; ya bakkal ayakkabısıdır o ya da sahibi, bildiğin, krodur.
Dışarıda yağmur- çamur olmasına rağmen, ayakkabının üzerine sıçramış çamur yok veya çok az ise, ayakkabının sahibi aynı zamanda bir arabanın da sahibidir ve muhtemelen kapalı otoparkları tercih ediyordur.

Eğer; kapının önündekiler ayakkabı değil de, dolgu topuk terlik ise; o terliklerin sahibi kısa boylu ve tatlı dilli bir komşudur, ziyarete gelirken geçirivermiştir terliklerini, kalın çorap giydiği ayaklarına.     

Eğer; kapının önünde converse görüyorsanız, anlayın ki o conversenin sahibi genç, ziyaretini oldukça kısa tutacak ve daha sonra arkadaşlarıyla buluşacaktır. Eğer; ekmek almak için bakkala çıktığınızda converselerin hala orada mevcut olduğunu görüyorsanız, converselerin sahibi genç, dünyaya yeni gelen meleğin teyzesidir, ablasıdır, halasıdır vs... 

Cenaze evi ve ya hasta evi  olmadığı sürece evinizin önündeki ayakkabı karmaşıklığı güzeldir.

Mesela; yaşınız küçükse, yaşıtlarınızla beraber ayakkabıları, annenizin isteği doğrultusunda dizersiniz.

Hangi ayakkabının kime ait olduğunu tahmin eder, her misafir ayrılırken, misafirin  hangi ayakkabıyı giydiğini gözlemlersiniz. Tahmininiz tutunca sevinirsiniz falan.

Büyük ayakkabı tekiyle, küçük ayakkabı tekini dövmekle tehdit edersiniz.

Sürekli yanaklarınızı sıkan teyzenin ayakkabılarına, o ve en önemlisi anneniz görmeden tekme atarsınız. Sonra içinizden teyzeyi affedersiniz, gider ayakkabıyı alır yerine koyarsınız. İçiniz rahata ermiştir artık.

İçinde, titizlik, şans, tehlike, öfke, vicdan azabı duygularının geçtiği bu on dakikayı anneniz şu cümleleriyle tamamlar, 'Aaa! N'apıyorsun sen kapının önlerinde! Mikrop kapıcan kızım! Git arkadaşlarınla oyna!'

Arkadaşlarınızla oynarsınız.

Kıssadan hisse: 1.Yeni doğmuş bebekleri sevelim.
                             2. Annem haklı, ayakkabıları içeri alalım çünkü 25 yaşında olmanıza rağmen hala sizi öyle hatırlayanlar var, başka anı verememişim yazık vallahi :]

 

 

6 Ekim 2012 Cumartesi

TORUN

Dedem rahatsızlanıp riski oldukça yüksek olan ameliyatlardan yorgun ancak sapasağlam çıktığında sevinçten çıldırmıştık. Hastanede dönüşümlü olarak ben ve ailemin diğer fertleri kalıyordu.

Seksen küsür yaşında olan dedem, bir iki gün sonra artık tatsız şakalar yapacak duruma gelmişti bile.

Beyin ameliyatından çıktıktan sonraki ikinci gününde oldu anlatacağım olay.

Kafatasına açılan deliğe montelenen damar yeşili boruları kıpırdatmamaya çalışarak bana seslendi; beni yanına çağırdı ve 'Nerdeyiz biz?' diye sordu.
Endişelendim ve çatallaşan sesimle sorusunu 'Hastane odasındayız dede!' diye cevapladım.
'Hayır!' diye çıkıştı. 'Sen hastane odasındasın ama ben asansördeyim!' dedi.

Allah aşkına, böyle bir şey dese beyin ameliyatından çıkan birisi size, tepkiniz ne olurdu?

Benim tepkim, yeşilçama taş çıkartan cinstendi.

'Hem-şireeeaa!' diye kapıya doğru böğürdüm. Nefesimin hızlandığını hissediyordum. Sonra..

'Fıh fıh fıh!' diye bir ses duydum, dedeme dönüp baktığımda gülmekten kıpkırmızı olmuştu.

Şakaya bakar mısınız?

İşte, biraz sitem ettim, bir daha böyle şakalar yaparsa, vallahi de billahi de giderim diye tehdit ettim, anlaştık.

Biraz zaman geçtikten sonra, iş yerimde yaşadığım ufak tefek problemlerden bahsettim, bana tavsiyelerde bulunmasını istedim.
İş, tavsiyeleri geçip Hollanda'da yaşadığı işçilik hayatına doğru uzandı. Dedem anlattıkça yaşıyor, yaşadıkça anlatıyordu.  Ağzım açık dinledim. Dedem anlatırken sanki ben de onunla birlikte oradaymış gibiydim.
Onu kızdıran insanlara ben de sinirleniyordum. Dedem, onlara ağzının payını verince bende de bir rahatlama oluyordu. Yaşıyordum yani birebir.

Bu arada, dedem mükemmel bir anlatıcıdır. O'na çektiğimiz söylenir. :]

Sadece dedemle değil, hemen hemen bütün yaşlı insanlarla iyi anlaşırım ben. Geçmişlerini ölesiye merak ederim.

Peki ya ben? Eğer ölmez de, 75-80 yaşına kadar yaşarsam?
Benim de hayatımı merak eden torunlarım olacak mı?
Merak etseler dahi, ne anlatacağım ki onlara?
Ne yaşadım, ne yaşayabilirim ki?

Zaman gösterecek bunları diyerek sonlandırıyorum ama siz de bir düşünün bunu.






1 Ekim 2012 Pazartesi

İKİ BUÇUK KAT

Bulutlara, işaret parmağıyla dokunmaya çalışan çocuk eli misali gökyüzüne uzanan, benim de incelemeye doyamadığım, İzmit'in bir elin parmak sayısını geçmeyen tarihi eserlerinden olan 'saat kulesi'ndeydik  Snoopy'le beraber.
 
Saat kulesindeki kafelerde pek yiyecek çeşidi olmadığından çarşıya inelim,dedik.
Onu mu yiyelim, bunu mu yiyelim diye, hemen hemen her gün yaşadığımız kararsızlığa,sınırlı sayıda fast-food seçeneklerini tekrar tekrar gözden geçirerek son vermeye  çalışırken merdivenlerden iniyorduk ki ufak kızı gördüm.
 
Biz merdivenlerden inerken merdivenin bize göre sol tarafindan yukarı çıkıyordu, annesi ve ufak kızı.
 
Ufak kız sanırım;'kel doğan'lardandi. 
Saçları uzamamış, ufaklığin başı yer yer açık sarı, saç demeye bin şahit lazım, tüylerle kaplıydı. Ailesine surekli 'Ayy çok tatlı, kız mı, erkek mi?' sorulduğunu tahmin etmek pek de güç değildi. Bu yüzdendir ki, ufak kızın kıyafetlerinde bir pembe enflasyonu vardı. 
Kız çocuğu olduğu belli olsun diye, yaşına girmeden kulaklarının deldirildiği de aşikardı.
 
Ufak kız, merdivenleri, annesinin göz hapsinde, yardımsız, tek başına,sabır zorlayan bir yavaşlıkla, her basamağa iki ayağını birden basarak kendinden emin bir şekilde ilerliyordu. Annesi, ufak kızının arkasında, ayağına dolanan pardesüyü tek eliyle dizlerinin biraz altina kadar toplamış vaziyette takipteyken bir anda kızını koltuk altlarından yakalayıp son basamağa kadar hızlı hızlı çıkardı. 

Şimdiiii, şöyle bir düşünce aldı beni. Ufak kızın  kaldırıdığı yükseklik, boyunun neredeyse iki buçuk katıydı. 
Hiç beklemediği bir anda kendini havada buldu.

Kendimi onun yerine koydum.
Merdivenlerden çıkarken birden birinin beni koltuk altlarimdan tutup boyumun iki buçuk katı yüksekliğe kaldırıldığını düşündüm. 

Afedersiniz, bu durumda ödüm b.kuma karışırdı benim.

Dürüm yedik o gün :] Sonunu bağlayamadım, özür :]

27 Eylül 2012 Perşembe

ÇAY

Sizi görünce açılan, siz gözden kabolunca da kapanan alışveriş merkezi kapısından geçer geçmez, hava perdesi üfleyiverdi tepemizden.
Hoşuma gitmiyor bu durum.

Böyle düşünmemin ya da hissetmemin altında yatan sebep; hemen hemen her gün otobüslerde yaşadığım durumlar olmalı.
Otobüslerde yer bulup da oturabilidiğim günlerde, esnerken ağzını kapatması gerektiğini bilmeyen  ve arka koltuğumda oturan yolcular(genelde tombul, terli, orta yaşlı kadınlar oluyor bunlar) sıcak hava dalgalarını enseme enseme üflüyorlar. Arkamı dönüp bir şey de diyemiyorum; arkama bakmadan derin bir 'oofff' çekip aklımca, kadına trip atıyorum. Tribimi hisseden tombul, terli kadın altta kalmıyor;  hafif bir şekilde yerinde hoplarken 'blug' diye bir ses çıkarıp  zavallı enseme lahmacun kokularını 'ssss' diye üfleyiveriyor.(geğiriyor yani) 
Ondan sonra da ben 'sinirli insan' olyorum. Ollo Ollo yoo.. :]

Neyse alışveriş merkezi diyordum.
Alışveriş merkezlerine girdiğimizde bizi pek de güleryüzlü olmayan güvenlik görevlisi karşıladı ve tüm gün kurmak zorunda olduğu cümlenin yarısını henüz tamamlayamamışken (''Hanımefendi çantanızı bırakıp geçiyorsunuz.'') ben durumu anlayıp çantamı telefonumu falan bırakıverdim onun yanına.

Bak mesela, bayan olmanın zorluklarından biri de bu. Güvenlik kontrollerinde harcadığımız zaman erkeklere nispeten daha fazla.
Mesela benim Snoopy'im güvenlik kontrolünden, sahilde gezintiye çıkmış gibi geçip giderken ben orada çantamı çıkarmaya ve bunu yaparken de çantamın kolunu, küpeme taktırmamaya çalışıyorum.

Neyse, alışveriş merkezinin güvenliğinden bahsediyorduk.

Bir-iki saniye sonra, bütün malımı mülkümü bırakıp kontrolden geçmeme rağmen cihazın sesiyle irkiliyorum, güvenlik görevlisi ise pek sallamıyor cihazdan gelen 'bip' sesini, çantamı uzatıyor bana, alıyorum çantamı takıyorum omzuma, Snoopy tebessüm ediyor, bende göz kırpıyorum.


Bir çay içeyim ben devam ederiz sonra..






23 Eylül 2012 Pazar

TEYZEMİN KIZI

'Uğurkan Beeey, teyzemin kızı sizi çok seviyor, sizi öpmemi istedi!' dedi, on dakika sonra yarışmadan elenecek rüküş kadın.
Uğukan Bey, inanılmaz derecede kötü ses tonuyla,tınlamasıyla 'Tabiyki tabiyki' diye cevap verdi.
On dakika sonra elenecek rüküş kadın ve Uğurkan Bey karşılıklı kahkaha atıp, yanaklarını tokuşturup iki kere havaya 'mucuk' diye öpücük gönderdiler.

Yürüyüş testini geçtikten sonra, 'uğurlu ayna' diye tabir edilen  yere geçip bir şeyler söyledi on dakika sonra elenecek rüküş kadın. 

'Yarışmacı arkadaşlara başarılar diliyorum, hak eden kazanmalı bence, bir de Uğurkan Beeey, benim küçük kızım Sıla sizi çok seviyor bir el sallarsanız..' diye bir istekte bulundu rüküş kadın.

'Ha-hay tabiyki tabiyki..Sı-la! Sı-la! Annen gidecek moda avcılarının yanına bakalım finalde bizimle kalabilecek mi, eveeet, Sıla'ya tekrar öpücük gönderiyoruz, Sı-la! Sı-la!' dedi Uğurkan Bey bir yandan olabildiğince sevimli ve alçak gönüllü davranmaya çalışarak.

Aynı kadın, podyumdayken birkaç kişinin isteği üzerine(!) jüri üyelerini de öptü, sarıldı, kokladı, el sallattırdı.

Yemin ederim şiştim.Ben öpmek istiyorum diyemedi bir türlü kadın, araya sürekli bir akrabasını soktu, iş mülakatındaymışcasına.

Bence öyle bir teyze kızı yok, hayal ürünü, ha varsa da, öyle bir isteği yoktur yani.Kızı Sıla'nın durumuna gelince afedersiniz şeyinde bile  değildir o yaşlı adam, Sıla'nın.

Hayal dahi edemiyorum, teyzelerimden birinin o yarışmaya katılıp 'Yeğenim Rezzan sizi çok seviyor Uğurkan Bey, bi el sallasanız, sevinsin garibim televizyon başında' dediğini. Yemin ediyorum o anda silerim, teyzem meyzem dinlemem

Hele hele Uğurkan Erez'in o sesiyle 'Hay hay! Rez-zan! Rez-zan! Sevgilerimizi sunuyoruz sana uğurlu odadan!' dediğini tahayyül edemiyorum, edemem!


Aslında bu moda yarışmaları ile ilgili yazı-mazı yazmayacağıma dair kendime söz vermiştim ama oldu işte bir kere. Madem öyle o zaman kıssadan hisse ile kapatalım.

Kendi isteğinizi, kabul edilmeyeceğinden korkup, başkaları öyle istiyor diye gösterip saçmalamayın. Sıla'ya yüklenmeyin, ayıptır, yazıktır.
 






20 Eylül 2012 Perşembe

DUYGULAR

Tüm duygularım yüzümden okunur benim. 
Öyle mimiklerimle ilgili bir durum değil bu. 

Stres mi yaptım, stres yanında ev hediyesi olarak sivilce getirir, yapıştrır yüzümün en göze çarpan yerlerine. Misafirin hediyesini de hemen kaldırmak ayıp olur diye günlerce tutarım onu yüzümde. 
Ergenlikten çıkamamış bir görüntüyle gezinirim ortalıkta.

Benim duygularım yüzümden okunur.

Başarısızlıktan mı korkuyorum, korku yanında ev hediyesi olarak 'uçuk' u uygun görür ve getirir. Dudağımın kenarına monteler. Büyür o uçuk, büyür. Benden de büyük olur.
26 yaşında koc-ca delikanlı olur o uçuk.

Benim duygularım yüzümden okunur.

Dinlenilmemekten mi korkuyorum, bu korkunun en sevdiği ev hediyesi, olumsuz hayallerdir. Bitmez o hayaller. Başa sara sara izleriz korkuyla birlikte o tatsız hayalleri. Uyuyamam o yüzden. 

Misafir varken uyunmaz, ayıp olur.
Sabah, gözlerimin altında morluklarla, siyah siyah halkalarla uyanırım.

Misafirimdir bu duygular, tıpkı mutluluk, huzur gibi. Hiç biri çok fazla kalmaz. Kısadır ziyaretleri.

Bir tek duygum var, uzun süredir benimle birlikte kalan. 
Yüzsüzsün tekidir, kovarım kovarım gitmez.

'Geç kalmışlık hissi..'

Ev hediyesi ise, karın ağrısıdır.
Unutuyorum bazen bende kaldığını, hemen hatırlatıyor sağolsun kendini.

Şimdi gitmem gerek. Sanırım bir yerlere geç kaldım ya da bir şeyler için geç kaldım ve karnım ağırıyor.