İngilizce şarkıları bilmememe rağmen, gün içinde ağzıma takılmaları hoş bir tesadüf tabi.
Rihanna'nın 'Diamond' şarkısındaki sözleri hiç bilmememe rağmen, kendime haksızlık etmeyeyim, 'daymınd' diyebiliyorum. Götürüyorum ben bu tek kelimeyle şarkıyı. Diğerleri değişime uğruyor biraz. Değişime uyduracak ingilizcem de yetersizleştiğinde şöyle bir şey oluyor. Bu kelime öncesindeki ve sonrasındaki kelimeler 'nay nay nay' diye şekilleniveriyor dilimde.
Akşamki derslerin notlarının fotokobisini almaya giderken 'nay nara nay nay daymıd' dan 'hele hele daymınd'a geçiş yapmıştım bile.
Her Türk insanı gibi 'hele hele' lafını duyduğumda İbrahim Tatlıses halayı, benim bünyemde de can buldu. Bir elimde Ticaret hukuku notları kendini havada savrulurken bulduğunda, diğer elim 'hele hele'ye uygun aşağıya yukarıya iniyordu.
Öğretmenler odasındaki dolabımın kapıdan bakıldığında görülecek şekilde dizaynı benim doğuştan gelen şansım.
İnsanlar, şaşırdıklarında yüzündenki organlar bir yere toplanır. Kaşlar yukarı, kaşların baskısıyla burun ve gözlerde inatla yukarı çıkmaya çalışır.
Halayımın sonunda, yüzündeki tüm organları alnında toplanmış öğrencimle karşılaşmak acı verdi.
Ama öğrencimdeki bu yüz organlarının yukarıya çekilmesi, göz göze geldiğimizde, yerini yanlara doğru açılmasına verdi. Artık otuz iki dişin, yirmi altısını çok net görebiliyordum. Ağzıyla kapayamadığı gülmesini, sesiyle kapamaya çalışıyordu. 'Hehehe' yerine 'fırııkık' diye sesler burnundan fışkırverdi. Bu tepki ona da ağır gelmiş olacak ki, ağzını eliyle kapatıp uzaklaştı.
Benim de gülmemi bekleseydi belki her şey daha farklı olabilirdi. Rezil olan insanlar, kendilerine, en az rezil olduğu insanlar kadar gülerse, o durumdan yırtabilirler. Fırsatım olmadı o gün.
YAZI- MAZI
21 Mayıs 2013 Salı
16 Mayıs 2013 Perşembe
DİKDÖRTGEN
Otobüse biner binmez; şaşmaz bir sırayla, çantamı çıkarıyorum, kulaklığımı takıyorum, hayali at gözlüğüm gözümde, telefonun nimetlerinden yararlanıyorum.
Uzun bir süre bu böyle devam etti. Farkına varamadım iyice moronlaştığımın.
Bir gün arabayla işe gidiyordum ki, şunları gördüm; yol yapım çalışmaları varmış, yollar değişmiş, yeni yeni yerler açılmış. Her gün aynı yoldan geçmeme rağmen göremedim ben bunları.
İşe geç kaldım o gün. Çünkü; yol yapım çalışmasından dolayı otobüs güzergahından gitmek gerekliymiş ama ben telefona kitlendiğim için her gün gittiğim yolu bulamadım. Ama sorsan, kim nerde takılıyor diye, takır takır söylerim. Check-in ler sağolsun.
Sinirim bozuldu bu duruma. Bir dahaki otobüs yolculuğumda telefonumu hiç çıkarmadım çantamdan.
Şöyle görünüyordu ortalık; Otobüsteki neredeyse herkes, elindeki telefon ekranına gözünü kırpmadan bakıyordu.
Bir çeşit ayin gibi.
Sabah kalkıyorsunuz, kapalı bir ortamda muntazam bir sırayla oturuyorsunuz ve salak surat ifadenizi takınıp göz temasını kesmeden ekrana kilitleniyorsunuz. Sembolümüz de ısırılmış elma. Tarikatız biz.
Biri otobüsü kaçırsa kimse duyamaz, durumu anlamaz. Kulaklık var herkesde. Kimbilir kaç kişi sesli gaz çıkardı yanımda da, ben koku kot pantolunundan sızana kadar anlamadım durumu. Camı açmada hep geç kaldım.
Bir çeşit bağımlılık oldu bu. Daha yataktan kalkmadan telefonu kaldırıp kim ne demiş diye bakıyorum. Uyku sersemi bir kaç kez yüzüme düşürdüm telefonu, ağzım yüzüm kaydı ama vazgeçmedim bu alışkanlığımdan. (Çok pis bir acı o, anlatamam.)
Böyle değildik eskiden naraları atacak değilim ama gerçekten mallaşıyoruz.
Hayat artık dikdörtgen.
Uzun bir süre bu böyle devam etti. Farkına varamadım iyice moronlaştığımın.
Bir gün arabayla işe gidiyordum ki, şunları gördüm; yol yapım çalışmaları varmış, yollar değişmiş, yeni yeni yerler açılmış. Her gün aynı yoldan geçmeme rağmen göremedim ben bunları.
İşe geç kaldım o gün. Çünkü; yol yapım çalışmasından dolayı otobüs güzergahından gitmek gerekliymiş ama ben telefona kitlendiğim için her gün gittiğim yolu bulamadım. Ama sorsan, kim nerde takılıyor diye, takır takır söylerim. Check-in ler sağolsun.
Sinirim bozuldu bu duruma. Bir dahaki otobüs yolculuğumda telefonumu hiç çıkarmadım çantamdan.
Şöyle görünüyordu ortalık; Otobüsteki neredeyse herkes, elindeki telefon ekranına gözünü kırpmadan bakıyordu.
Bir çeşit ayin gibi.
Sabah kalkıyorsunuz, kapalı bir ortamda muntazam bir sırayla oturuyorsunuz ve salak surat ifadenizi takınıp göz temasını kesmeden ekrana kilitleniyorsunuz. Sembolümüz de ısırılmış elma. Tarikatız biz.
Biri otobüsü kaçırsa kimse duyamaz, durumu anlamaz. Kulaklık var herkesde. Kimbilir kaç kişi sesli gaz çıkardı yanımda da, ben koku kot pantolunundan sızana kadar anlamadım durumu. Camı açmada hep geç kaldım.
Bir çeşit bağımlılık oldu bu. Daha yataktan kalkmadan telefonu kaldırıp kim ne demiş diye bakıyorum. Uyku sersemi bir kaç kez yüzüme düşürdüm telefonu, ağzım yüzüm kaydı ama vazgeçmedim bu alışkanlığımdan. (Çok pis bir acı o, anlatamam.)
Böyle değildik eskiden naraları atacak değilim ama gerçekten mallaşıyoruz.
Hayat artık dikdörtgen.
9 Mayıs 2013 Perşembe
GÜNEŞ
'Dünyanın en büyük teknolojisi değil midir sanki, gözlerini kapattığında istediğin yerde olabilmek? Düşünsene, haber vermek zorunda olduğun biri yok; seyahat etmek ve acaba cam kenarına mı denk gelirim diye hesap yapmak yok. Bundan daha güzel, seni özgür kılan bir şey var mı? '
''Yoktur, eminim. Ben hala nereye gittiğini merak ediyorum gözlerini kapadığında. Nereye gidiyorsun?''
'Filmlerden sahneler aldım. Yemyeşil bir çayır var. Güneşin batmasına yakın, batmasın diye ona doğru koşuyorum. Belki tutabilirim. Öyle bakma, istemiyorum batmasını. Asılı kalsın güneş, tam da turuncu ışığı bonkörce yaydığında. Belki de güneşi idam etmek bu dediğim ama... Bilmiyorum.'
''Peki ne hissediyorsun? Bile bile... Batacağını bile bile koşuyorsun.'
'Olsun, başka bir filmden rüzgarı da aldım. Kirpilerimi, saçlarımı yalayarak geçen rüzgarı seviyorum.'
'' Peki, gökyüzüne bakman, yolda yürürken, insanlar sana bir şeyler anlatırken, durup gökyüzüne bakman? Dakikalarca öyle kalman?''
Gülümsedi. 'Onu, hapşurmak için yapıyorum. Güneşe bakınca hapşuruyorum. Rahatlatıyorum.'
''Sadece iki dakika, sadece iki! Duygularını öğrenebilmem için yanımda cımbızla mı gezmem gerek! Sormuyorum başka soru.''
Gülümsedi ve gözlerini kapattı. Güneşi yakalayamadı ve güneş bir kez daha battı.
5 Mayıs 2013 Pazar
TASARRUF
'Boşa gitmesin, ziyan olmasın' olmasın anlayışıyla tıka basa uyuyorum, tüm boş vaktimde.
Uyandığımda, gözlerim tuzlu suyun altında saatlerce kalmışım gibi yanıyor.
Elimi yüzümü yıkadıktan sonra, dişlerimi fırçalıyorum.
Ben dişlerimi fırçalarken musluğu açık bırakıyorum; ancak tasarruf anlayışımdan mütevellit, diğer elimin üç parmağımı suyun altında tutuyorum. Çok karlı bir iş gerçekten.
Bir gün öncesinden kalan yemeği dolaptan çıkarıp ısıtıyorum. Sonuçta her gün yeni yemek yapılmaz. Tasarruf şart. Yemek ısınana kadar salonda televizyon izliyorum. Tasarruf anlayışım, beyin fonksiyonlarımı da kapsıyor. Hafızamı idareli kullanıyorum, yemeği ocakta unutup tencerenin kömür olmasına neden oluyorum.
Yürümekten tasarruf etmek için yakınlardaki kafeyi arayıp sipariş veriyorum. Telefon faturasından tasarruf etmek için siparişlerimin ne kadar tuttuğunu sormadan telefonu kapatıyorum.
Televizyonun karşısında umduğumdan daha fazla tutmuş siparişlerimi ağlamaklı götürüyorum.
Midemin fonksiyonlarından tasarruf etmek için bakkala gidip soda alıyorum. Çekirdek beni çağırıyor, dondurma dudaklarını büzüp sanki, beni almadan gitme diyor. Gözlerimi kaçırıyorum, 'Albeni' çikolatasını görüyorum. Aklıma 'Zara' geliyor. Kendimi toparlıyorum. Cazibelerine yenik düşmüyorum, tasarrufum tıkır tıkır işliyor.
Eve giderken bu sefer aklıma kıyafet mağazası 'Zara' geliyor. 'Beyaz bir t-shirt beğenmiştim, orada pahalıdır, gideyim de daha ucuz yerlere bakayım' diyorum. Tasarrufum son hız ilerliyor. İstikametimi çarşıya yönlendiriyorum. Çarşıya doğru yürürken dişimle sodayı açıyorum. Dişim sizlere ömür oluyor.
Çarşıya gittiğimde beyaz t-shirtü buluyorum. Ucuz diye iki tane alıyorum.
Eve dönerken, bu tasarrufumdan dolayı kendimi ödüllendiriyorum. Çekirdeği ve dondurmayı alıyorum. 'Albeni' ye hala kılım, onu ötekileştiriyorum. Zara'yı sevmiyorum. [O reklam çekilmeden önceki gece, Özlem Tekin, Zara' da kalmış, yanına giyecek almamış da; Zara 'Ya lafımı olur Özoş, benimkilerden giy, nolcak yea' demiş bence.]
Sonuç olarak, insan evde olunca para harcamıyor hacı.
16 Nisan 2013 Salı
HEY ONBEŞLİ
Odamı toplama kararı almam uzun sürdü. Çoook uzun. Gerçekten uzun.
Bir sürü, önemli her halde diye sakladığım şeylerin önemli olmadığını ilk bakışta anlamadım. Sabırla ayıklamaya başladım.
Bankamatikten çektiğim paraların makbuzlarını saklamışım. İlk on tanesini, uzun uzun inceleyerek çöpe doğru son yolculuklarına uğurladım. Sonra, sıkıldım. Hepsini attım gitti.
İçlerinden birisi dikkatimi çekti. Tahminen on beş yaşlarında yazdığım bir kağıt. On sene sonra olacağım kişi ile ilgili öngörülerin olduğu bir liste. O zamanlar bu gibi listelerden onlarca yaptığımı hatırlıyorum. Bu sıkışmış kalmış, onlarca bankamatik kağıdının içinde.
Şu anda yirmi beş yaşında biri olarak, on beş yaşındaki kendime şunu söylemeyi borç bilirim.
'Hee, canım hee, oldu hepsi.'
- On sene sonra üniversiteden derece ile mezun olacağım! (Ünlem de koymuşum, korkutmaya çalışmışım kendimi)
Evet, üniversiteden mezun oldum olmasına da, her yaz okuluna iştirak ederek ve bir sene uzatarak.
- On sene sonra bir yabancı dili anadilim gibi, diğerini ise konuşulduğunda anlayacağım kadar öğreneceğim!
Geçenlerde YDS'ye (Yabancı Dil Sınavı) girdim. Hepsini, 'B' olarak işaretledim.
Bir ara Fransızca kursuna yazıldım. İnsanlar ter kokuyordu (b.k atmak) ben de bıraktım kursu. (Zor geldi.)
- On sene sonra milli bir sporcu olarak Türkiye'yi temsil edeceğim!
O sene, bıraktım basketbolu. Pöfür pöfür sigara içiyorum.
-On sene sonra, en az iki kez yurtdışına çıkmış olacağım.
Evet, çıktım. Azerbaycan'a gittim. Sanki teyzemlerdeydim ama, öyle bir yurt dışı deneyimiydi.
Öğrendiğim kelimeler: Necesin? (Nasılsın), Sümük (Kemik), Toyuk (Tavuk). Bu bilgi birikimiyle bence beni tutmayın.
- On sene sonra İstanbul'da, Beyoğluna yakın bir yerde eve çıkacağım!
Ailemle beraber oturuyorum, İstanbul'da değil. Üç kişiden ikisinin kanser olduğu bir bölgede.
Sonuç olarak, gerekli değilse, makbuz almayın. Bir sürü ağaç gidiyor. Yapmayın.
13 Mart 2013 Çarşamba
DIŞARIDAN
Utana sıkıla yanıma geldi ve şöyle sordu: 'Ya bir şey soracağım. Cevap vermek zorunda değilsin. Şey ya, senin acaba diyorum, annen baban mı boşandı?'
'Ne alaka? Yoo, ne oldu ki?' diye cevap verdim.
'Bilmem, dışarıdan öyle duruyorsun'
Bak, şunu herkes gibi bende duydum 'Dışarıdan çok soğuk duruyorsun ama tanıdıkça sevdim seni'
Ama bu benzetmeye hiç anlam veremedim. Etrafımda annesi babası boşanmış arkadaşlarım da var; ama onlara has bir yüz ifadesi yok ki. Gerçekten anlam veremedim.
Hafif bir 'Emrah' ifadesi var bende biliyorum ama buna yorması beni çok şaşırttı.
Hem sonra ben alıngan insanım; yani annem ve babamla ilgili öyle ya da böyle ufacık olumsuz bir şey söylenince nevrim dönüyor.
'Sensin boşanmış! Ne alaka canım ollo ollo ya? Senin annen baban boşanmış. Git! Bak valla uyuz oldum sana!' dedim.
Ayıp oldu ama olsun.
Yüz ifadelerinden başarısız sonuçlara ulaşanlar da hep beni bulur. Hele benzetildiğim insanlar bir garip. Bana benzetikleri insanlar hiç birbirine benzemiyor ya hu..
Bir gün şöyle bir şey oldu.
Dedi ki 'Ya var yaaa, sen benim kuzenime o kadar çok benziyorsun ki, aklın durur. Hık demiş burnundan düşmüş'
'Allah allah :) Kimmiş kuzenin?' diye sordum.
'YAVUZ!' dedi ya.
Benzetildiğim insanların özelliklerini şöyle bir karıştırırsak, bildiğin lirik bir roman karakteri ortaya çıkıyor.
Yavuz: Annesi babası boşanmış, mahmur bakışlı, kırılgan, alıngan, sümükleri akan ezik.
Bu mudur yani?
Nerde o eskiden 'Büyüyünce çok güzel kız olacak, maşallah' diyenler. Ne oldu da, Yavuz oldum ben?
Her şey bir yalandan ibaretmiş.
:]
'Ne alaka? Yoo, ne oldu ki?' diye cevap verdim.
'Bilmem, dışarıdan öyle duruyorsun'
Bak, şunu herkes gibi bende duydum 'Dışarıdan çok soğuk duruyorsun ama tanıdıkça sevdim seni'
Ama bu benzetmeye hiç anlam veremedim. Etrafımda annesi babası boşanmış arkadaşlarım da var; ama onlara has bir yüz ifadesi yok ki. Gerçekten anlam veremedim.
Hafif bir 'Emrah' ifadesi var bende biliyorum ama buna yorması beni çok şaşırttı.
Hem sonra ben alıngan insanım; yani annem ve babamla ilgili öyle ya da böyle ufacık olumsuz bir şey söylenince nevrim dönüyor.
'Sensin boşanmış! Ne alaka canım ollo ollo ya? Senin annen baban boşanmış. Git! Bak valla uyuz oldum sana!' dedim.
Ayıp oldu ama olsun.
Yüz ifadelerinden başarısız sonuçlara ulaşanlar da hep beni bulur. Hele benzetildiğim insanlar bir garip. Bana benzetikleri insanlar hiç birbirine benzemiyor ya hu..
Bir gün şöyle bir şey oldu.
Dedi ki 'Ya var yaaa, sen benim kuzenime o kadar çok benziyorsun ki, aklın durur. Hık demiş burnundan düşmüş'
'Allah allah :) Kimmiş kuzenin?' diye sordum.
'YAVUZ!' dedi ya.
Benzetildiğim insanların özelliklerini şöyle bir karıştırırsak, bildiğin lirik bir roman karakteri ortaya çıkıyor.
Yavuz: Annesi babası boşanmış, mahmur bakışlı, kırılgan, alıngan, sümükleri akan ezik.
Bu mudur yani?
Nerde o eskiden 'Büyüyünce çok güzel kız olacak, maşallah' diyenler. Ne oldu da, Yavuz oldum ben?
Her şey bir yalandan ibaretmiş.
:]
5 Mart 2013 Salı
SINAV
Hukuk fakültesi içinde ukte kalmış birisi olarak, ikinci üniversite olarak açıköğretimden adalet meslek okuyayım dedim. Zaten bu bölümün bir çok dersini ben veriyorum, işim kolay olur dedim.
Vize haftası geldi, çattı. Sabahın köründe Snoopy ile buluştuk, sınavın yapılacağı yere gittik.
ÖSYM' nin yaptığı sınavlarda, kalem- silgi dahil olmak üzere çanta falan içeriye alınmaz. Sadece gerekli belgelerle içeriye girebilirsiniz. Açıköğretimde içeriye alıyorlarmış meğer. Bunu bilmediğimden çantamı Snoopy' e bıraktım. Binanın kapısına doğru ilerledim.
Kapıda, güvenlik görevlileri vardı, bayanların üzerinin arandığı kısma geçtim. Kadın güvenlik görevlisi üzerimi aradı. Ama ne aramak. Ellerimi havaya kaldırdım, sanki Meksika sınırında uyuşturucu kaçakçılığı yaparken yakalnmışım gibi. Kadın tuttu beni, kendine çekti. Şap şap şap vurdu her yerime. Tek vücut olduk resmen. Bir şey de diyemiyorsun. Boyu da kısa zaten, gömücem kafayı en son o olacak.
Neyse kadının kokusu üzerimde, içeri girdim. O günden beri onun kokusu olmadan uyuyamıyorum : P.
İçeriye girdim. Bir çok öğrenci yerini almış usul usul sınavın başlamasını bekliyordu. Ağzını kapamaya üşenen bazı öğrenciler esnemenin ağızda yarattığı baskıya dayanmaya çalışıyor, başarılı olamıyor o yüzden de suratları uzuyordu, gözleri kapanıyordu.
Yerimi buldum, paldır küldür montumu çıkardım oturdum.
İçeride üç tane gözetmen vardı. Biri orta okuldan arkadaşım çıktı. Uzaktan 'Naber?' der gibi göz kırptı. Bende kısık sesle ama herkesin duyabileceği gibi. 'Aaa! İyi, senden naber kız?' dedim bol nefes efekti ile.
----------
Diğer gözetmenlerden biri gelip belgelerimi kontrol etti o arada.
Sınavlarda, senin sen olduğunu ispat etmek zor zanaat. Hem fotoğraflı öğrenci kimliğim var hem de sınav giriş belgem ama yok inanmıyorlar hala. Nüfus cüzdanım da olmalıymış. Başka bir öğrenciyi sınava almamışlar bu nedenle, o yüzden beni de alamazlarmış.
Arkadaşım beni korumak adına baya bir mücadele verdi ama sonuç olarak yemedi. Telefonunu rica ettim arkadaşımın, aradım Snoopy' i, getirdi kimliğimi.
Nefes nefese koştum, çıktım binadan kimliğimi aldım, binanın girişine geri döndüm. Yine o kadın, sırıtarak bekiliyor. dedim ki içimden 'Bi s.ktr git ya!'. Dışımdan ise, ' Beni zaten aradınız, kimliğimi unutmuşum, onu getirdi arkadaşım, onu almak için çıktım' dedim.
Kadın, sorumsuzluğumu yüzüme vurmak istercesine ve suratında alaycı bir ifadeyle 'Peh! Sen okuyacaksın da biz de görücez!' dedi.
Hoca olduğumu söyleyemedim.
Sınıfa girdim yine paldır küldür oturdum, baktım ki sınav kağıtlarını dağıtmışlar.
Açtım kitapçığı, çözmeye başladım. 'Heheyt beaa!' surat ifadesiyle üçüncü soruya geçmiştim ki. Paaat diye, kitapcığımı kapattı gözetmen.
'Daha sınav başlamadı!' diye bağırdı.
Ödüm patladı. O kadar dalmışım ki. Etrafıma baktım, herkes pür dikkat sınavın başlamasını bekliyor.
Arkadaşım bir müddet benimle göz temasını kesti. E haklı tabi. Herkes sessiz sedasız beklerken ben dilim dışarıda 'Bunu daha geçen hafta anlattım heheyt!' diye soruları çözüyordum. Utandı galiba benden azıcık.
Neyse, sınav başladı dediler. Ben bu sefer temkinliydim. Ağır çekim sınava başladım ama kısa sürede bitirdim.
Montumu, kalemleri, belgeleri ve kapağının kapalı olduğunu düşündüğüm su şişesini aldım.
Arkadaşımla göz temasını kurup 'Hadi görüşürüz' diye el salladım.
Dediğim gibi, su şişesinin kapağının kapalı olduğunu düşünüyordum ben. Suyun bir kısmını suratıma yiyince uyandım mevzuya.
Arkadaş, o nasıl bir el sallamaktı öyle. Sanki Titanik'i uğurluyorum, alt tarafı sınavdan çıkıyordum. Yerler falan göl oldu göl!
Yüzüm kıpkırmızı ve ıslak çıktım salondan.
Çıktım sınavdan çıkmasına da bir eksiklik vardı üzerimde.
Fularım düşmüş meğer. Bunu fark edince geri dönüp kafamı kapıdan uzattım. Arkaşıma bol nefesli kısık sesimle durumu belirrtim. Fularımı verdi.
O arada sınıfın dörtte üçü derin bir 'Off!' çekti. Ne düşündüklerini az çok tahmin edebiliyorum ama söylemem.
Sonuç olarak sınavlarım iyiydi.
Sonra finallere girdim. Yine iyi geçmişti sınavlarım ama şifremi unutmuşum bu sefer de. İki gündür sonuçlara bakamıyorum.
[Bence bu benim suçum değil. Öyle bir şifre istiyorlar ki büyük-küçük harf, noktalama işareti, sayı olacak içinde. Uzaya robot gönderiliyor da benden isim koymamı bekliyorlar sanki. Üç kere de kulağına fısıldayayım oldu olacak.]
Şifremi unuttuğumu fark ettiğimden beri aynı ses kulağımda; 'Sen okuyacaksın da biz görücezz!'
Vize haftası geldi, çattı. Sabahın köründe Snoopy ile buluştuk, sınavın yapılacağı yere gittik.
ÖSYM' nin yaptığı sınavlarda, kalem- silgi dahil olmak üzere çanta falan içeriye alınmaz. Sadece gerekli belgelerle içeriye girebilirsiniz. Açıköğretimde içeriye alıyorlarmış meğer. Bunu bilmediğimden çantamı Snoopy' e bıraktım. Binanın kapısına doğru ilerledim.
Kapıda, güvenlik görevlileri vardı, bayanların üzerinin arandığı kısma geçtim. Kadın güvenlik görevlisi üzerimi aradı. Ama ne aramak. Ellerimi havaya kaldırdım, sanki Meksika sınırında uyuşturucu kaçakçılığı yaparken yakalnmışım gibi. Kadın tuttu beni, kendine çekti. Şap şap şap vurdu her yerime. Tek vücut olduk resmen. Bir şey de diyemiyorsun. Boyu da kısa zaten, gömücem kafayı en son o olacak.
Neyse kadının kokusu üzerimde, içeri girdim. O günden beri onun kokusu olmadan uyuyamıyorum : P.
İçeriye girdim. Bir çok öğrenci yerini almış usul usul sınavın başlamasını bekliyordu. Ağzını kapamaya üşenen bazı öğrenciler esnemenin ağızda yarattığı baskıya dayanmaya çalışıyor, başarılı olamıyor o yüzden de suratları uzuyordu, gözleri kapanıyordu.
Yerimi buldum, paldır küldür montumu çıkardım oturdum.
İçeride üç tane gözetmen vardı. Biri orta okuldan arkadaşım çıktı. Uzaktan 'Naber?' der gibi göz kırptı. Bende kısık sesle ama herkesin duyabileceği gibi. 'Aaa! İyi, senden naber kız?' dedim bol nefes efekti ile.
----------
Diğer gözetmenlerden biri gelip belgelerimi kontrol etti o arada.
Sınavlarda, senin sen olduğunu ispat etmek zor zanaat. Hem fotoğraflı öğrenci kimliğim var hem de sınav giriş belgem ama yok inanmıyorlar hala. Nüfus cüzdanım da olmalıymış. Başka bir öğrenciyi sınava almamışlar bu nedenle, o yüzden beni de alamazlarmış.
Arkadaşım beni korumak adına baya bir mücadele verdi ama sonuç olarak yemedi. Telefonunu rica ettim arkadaşımın, aradım Snoopy' i, getirdi kimliğimi.
Nefes nefese koştum, çıktım binadan kimliğimi aldım, binanın girişine geri döndüm. Yine o kadın, sırıtarak bekiliyor. dedim ki içimden 'Bi s.ktr git ya!'. Dışımdan ise, ' Beni zaten aradınız, kimliğimi unutmuşum, onu getirdi arkadaşım, onu almak için çıktım' dedim.
Kadın, sorumsuzluğumu yüzüme vurmak istercesine ve suratında alaycı bir ifadeyle 'Peh! Sen okuyacaksın da biz de görücez!' dedi.
Hoca olduğumu söyleyemedim.
Sınıfa girdim yine paldır küldür oturdum, baktım ki sınav kağıtlarını dağıtmışlar.
Açtım kitapçığı, çözmeye başladım. 'Heheyt beaa!' surat ifadesiyle üçüncü soruya geçmiştim ki. Paaat diye, kitapcığımı kapattı gözetmen.
'Daha sınav başlamadı!' diye bağırdı.
Ödüm patladı. O kadar dalmışım ki. Etrafıma baktım, herkes pür dikkat sınavın başlamasını bekliyor.
Arkadaşım bir müddet benimle göz temasını kesti. E haklı tabi. Herkes sessiz sedasız beklerken ben dilim dışarıda 'Bunu daha geçen hafta anlattım heheyt!' diye soruları çözüyordum. Utandı galiba benden azıcık.
Neyse, sınav başladı dediler. Ben bu sefer temkinliydim. Ağır çekim sınava başladım ama kısa sürede bitirdim.
Montumu, kalemleri, belgeleri ve kapağının kapalı olduğunu düşündüğüm su şişesini aldım.
Arkadaşımla göz temasını kurup 'Hadi görüşürüz' diye el salladım.
Dediğim gibi, su şişesinin kapağının kapalı olduğunu düşünüyordum ben. Suyun bir kısmını suratıma yiyince uyandım mevzuya.
Arkadaş, o nasıl bir el sallamaktı öyle. Sanki Titanik'i uğurluyorum, alt tarafı sınavdan çıkıyordum. Yerler falan göl oldu göl!
Yüzüm kıpkırmızı ve ıslak çıktım salondan.
Çıktım sınavdan çıkmasına da bir eksiklik vardı üzerimde.
Fularım düşmüş meğer. Bunu fark edince geri dönüp kafamı kapıdan uzattım. Arkaşıma bol nefesli kısık sesimle durumu belirrtim. Fularımı verdi.
O arada sınıfın dörtte üçü derin bir 'Off!' çekti. Ne düşündüklerini az çok tahmin edebiliyorum ama söylemem.
Sonuç olarak sınavlarım iyiydi.
Sonra finallere girdim. Yine iyi geçmişti sınavlarım ama şifremi unutmuşum bu sefer de. İki gündür sonuçlara bakamıyorum.
[Bence bu benim suçum değil. Öyle bir şifre istiyorlar ki büyük-küçük harf, noktalama işareti, sayı olacak içinde. Uzaya robot gönderiliyor da benden isim koymamı bekliyorlar sanki. Üç kere de kulağına fısıldayayım oldu olacak.]
Şifremi unuttuğumu fark ettiğimden beri aynı ses kulağımda; 'Sen okuyacaksın da biz görücezz!'
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)