İngilizce şarkıları bilmememe rağmen, gün içinde ağzıma takılmaları hoş bir tesadüf tabi.
Rihanna'nın 'Diamond' şarkısındaki sözleri hiç bilmememe rağmen, kendime haksızlık etmeyeyim, 'daymınd' diyebiliyorum. Götürüyorum ben bu tek kelimeyle şarkıyı. Diğerleri değişime uğruyor biraz. Değişime uyduracak ingilizcem de yetersizleştiğinde şöyle bir şey oluyor. Bu kelime öncesindeki ve sonrasındaki kelimeler 'nay nay nay' diye şekilleniveriyor dilimde.
Akşamki derslerin notlarının fotokobisini almaya giderken 'nay nara nay nay daymıd' dan 'hele hele daymınd'a geçiş yapmıştım bile.
Her Türk insanı gibi 'hele hele' lafını duyduğumda İbrahim Tatlıses halayı, benim bünyemde de can buldu. Bir elimde Ticaret hukuku notları kendini havada savrulurken bulduğunda, diğer elim 'hele hele'ye uygun aşağıya yukarıya iniyordu.
Öğretmenler odasındaki dolabımın kapıdan bakıldığında görülecek şekilde dizaynı benim doğuştan gelen şansım.
İnsanlar, şaşırdıklarında yüzündenki organlar bir yere toplanır. Kaşlar yukarı, kaşların baskısıyla burun ve gözlerde inatla yukarı çıkmaya çalışır.
Halayımın sonunda, yüzündeki tüm organları alnında toplanmış öğrencimle karşılaşmak acı verdi.
Ama öğrencimdeki bu yüz organlarının yukarıya çekilmesi, göz göze geldiğimizde, yerini yanlara doğru açılmasına verdi. Artık otuz iki dişin, yirmi altısını çok net görebiliyordum. Ağzıyla kapayamadığı gülmesini, sesiyle kapamaya çalışıyordu. 'Hehehe' yerine 'fırııkık' diye sesler burnundan fışkırverdi. Bu tepki ona da ağır gelmiş olacak ki, ağzını eliyle kapatıp uzaklaştı.
Benim de gülmemi bekleseydi belki her şey daha farklı olabilirdi. Rezil olan insanlar, kendilerine, en az rezil olduğu insanlar kadar gülerse, o durumdan yırtabilirler. Fırsatım olmadı o gün.
21 Mayıs 2013 Salı
16 Mayıs 2013 Perşembe
DİKDÖRTGEN
Otobüse biner binmez; şaşmaz bir sırayla, çantamı çıkarıyorum, kulaklığımı takıyorum, hayali at gözlüğüm gözümde, telefonun nimetlerinden yararlanıyorum.
Uzun bir süre bu böyle devam etti. Farkına varamadım iyice moronlaştığımın.
Bir gün arabayla işe gidiyordum ki, şunları gördüm; yol yapım çalışmaları varmış, yollar değişmiş, yeni yeni yerler açılmış. Her gün aynı yoldan geçmeme rağmen göremedim ben bunları.
İşe geç kaldım o gün. Çünkü; yol yapım çalışmasından dolayı otobüs güzergahından gitmek gerekliymiş ama ben telefona kitlendiğim için her gün gittiğim yolu bulamadım. Ama sorsan, kim nerde takılıyor diye, takır takır söylerim. Check-in ler sağolsun.
Sinirim bozuldu bu duruma. Bir dahaki otobüs yolculuğumda telefonumu hiç çıkarmadım çantamdan.
Şöyle görünüyordu ortalık; Otobüsteki neredeyse herkes, elindeki telefon ekranına gözünü kırpmadan bakıyordu.
Bir çeşit ayin gibi.
Sabah kalkıyorsunuz, kapalı bir ortamda muntazam bir sırayla oturuyorsunuz ve salak surat ifadenizi takınıp göz temasını kesmeden ekrana kilitleniyorsunuz. Sembolümüz de ısırılmış elma. Tarikatız biz.
Biri otobüsü kaçırsa kimse duyamaz, durumu anlamaz. Kulaklık var herkesde. Kimbilir kaç kişi sesli gaz çıkardı yanımda da, ben koku kot pantolunundan sızana kadar anlamadım durumu. Camı açmada hep geç kaldım.
Bir çeşit bağımlılık oldu bu. Daha yataktan kalkmadan telefonu kaldırıp kim ne demiş diye bakıyorum. Uyku sersemi bir kaç kez yüzüme düşürdüm telefonu, ağzım yüzüm kaydı ama vazgeçmedim bu alışkanlığımdan. (Çok pis bir acı o, anlatamam.)
Böyle değildik eskiden naraları atacak değilim ama gerçekten mallaşıyoruz.
Hayat artık dikdörtgen.
Uzun bir süre bu böyle devam etti. Farkına varamadım iyice moronlaştığımın.
Bir gün arabayla işe gidiyordum ki, şunları gördüm; yol yapım çalışmaları varmış, yollar değişmiş, yeni yeni yerler açılmış. Her gün aynı yoldan geçmeme rağmen göremedim ben bunları.
İşe geç kaldım o gün. Çünkü; yol yapım çalışmasından dolayı otobüs güzergahından gitmek gerekliymiş ama ben telefona kitlendiğim için her gün gittiğim yolu bulamadım. Ama sorsan, kim nerde takılıyor diye, takır takır söylerim. Check-in ler sağolsun.
Sinirim bozuldu bu duruma. Bir dahaki otobüs yolculuğumda telefonumu hiç çıkarmadım çantamdan.
Şöyle görünüyordu ortalık; Otobüsteki neredeyse herkes, elindeki telefon ekranına gözünü kırpmadan bakıyordu.
Bir çeşit ayin gibi.
Sabah kalkıyorsunuz, kapalı bir ortamda muntazam bir sırayla oturuyorsunuz ve salak surat ifadenizi takınıp göz temasını kesmeden ekrana kilitleniyorsunuz. Sembolümüz de ısırılmış elma. Tarikatız biz.
Biri otobüsü kaçırsa kimse duyamaz, durumu anlamaz. Kulaklık var herkesde. Kimbilir kaç kişi sesli gaz çıkardı yanımda da, ben koku kot pantolunundan sızana kadar anlamadım durumu. Camı açmada hep geç kaldım.
Bir çeşit bağımlılık oldu bu. Daha yataktan kalkmadan telefonu kaldırıp kim ne demiş diye bakıyorum. Uyku sersemi bir kaç kez yüzüme düşürdüm telefonu, ağzım yüzüm kaydı ama vazgeçmedim bu alışkanlığımdan. (Çok pis bir acı o, anlatamam.)
Böyle değildik eskiden naraları atacak değilim ama gerçekten mallaşıyoruz.
Hayat artık dikdörtgen.
9 Mayıs 2013 Perşembe
GÜNEŞ
'Dünyanın en büyük teknolojisi değil midir sanki, gözlerini kapattığında istediğin yerde olabilmek? Düşünsene, haber vermek zorunda olduğun biri yok; seyahat etmek ve acaba cam kenarına mı denk gelirim diye hesap yapmak yok. Bundan daha güzel, seni özgür kılan bir şey var mı? '
''Yoktur, eminim. Ben hala nereye gittiğini merak ediyorum gözlerini kapadığında. Nereye gidiyorsun?''
'Filmlerden sahneler aldım. Yemyeşil bir çayır var. Güneşin batmasına yakın, batmasın diye ona doğru koşuyorum. Belki tutabilirim. Öyle bakma, istemiyorum batmasını. Asılı kalsın güneş, tam da turuncu ışığı bonkörce yaydığında. Belki de güneşi idam etmek bu dediğim ama... Bilmiyorum.'
''Peki ne hissediyorsun? Bile bile... Batacağını bile bile koşuyorsun.'
'Olsun, başka bir filmden rüzgarı da aldım. Kirpilerimi, saçlarımı yalayarak geçen rüzgarı seviyorum.'
'' Peki, gökyüzüne bakman, yolda yürürken, insanlar sana bir şeyler anlatırken, durup gökyüzüne bakman? Dakikalarca öyle kalman?''
Gülümsedi. 'Onu, hapşurmak için yapıyorum. Güneşe bakınca hapşuruyorum. Rahatlatıyorum.'
''Sadece iki dakika, sadece iki! Duygularını öğrenebilmem için yanımda cımbızla mı gezmem gerek! Sormuyorum başka soru.''
Gülümsedi ve gözlerini kapattı. Güneşi yakalayamadı ve güneş bir kez daha battı.
5 Mayıs 2013 Pazar
TASARRUF
'Boşa gitmesin, ziyan olmasın' olmasın anlayışıyla tıka basa uyuyorum, tüm boş vaktimde.
Uyandığımda, gözlerim tuzlu suyun altında saatlerce kalmışım gibi yanıyor.
Elimi yüzümü yıkadıktan sonra, dişlerimi fırçalıyorum.
Ben dişlerimi fırçalarken musluğu açık bırakıyorum; ancak tasarruf anlayışımdan mütevellit, diğer elimin üç parmağımı suyun altında tutuyorum. Çok karlı bir iş gerçekten.
Bir gün öncesinden kalan yemeği dolaptan çıkarıp ısıtıyorum. Sonuçta her gün yeni yemek yapılmaz. Tasarruf şart. Yemek ısınana kadar salonda televizyon izliyorum. Tasarruf anlayışım, beyin fonksiyonlarımı da kapsıyor. Hafızamı idareli kullanıyorum, yemeği ocakta unutup tencerenin kömür olmasına neden oluyorum.
Yürümekten tasarruf etmek için yakınlardaki kafeyi arayıp sipariş veriyorum. Telefon faturasından tasarruf etmek için siparişlerimin ne kadar tuttuğunu sormadan telefonu kapatıyorum.
Televizyonun karşısında umduğumdan daha fazla tutmuş siparişlerimi ağlamaklı götürüyorum.
Midemin fonksiyonlarından tasarruf etmek için bakkala gidip soda alıyorum. Çekirdek beni çağırıyor, dondurma dudaklarını büzüp sanki, beni almadan gitme diyor. Gözlerimi kaçırıyorum, 'Albeni' çikolatasını görüyorum. Aklıma 'Zara' geliyor. Kendimi toparlıyorum. Cazibelerine yenik düşmüyorum, tasarrufum tıkır tıkır işliyor.
Eve giderken bu sefer aklıma kıyafet mağazası 'Zara' geliyor. 'Beyaz bir t-shirt beğenmiştim, orada pahalıdır, gideyim de daha ucuz yerlere bakayım' diyorum. Tasarrufum son hız ilerliyor. İstikametimi çarşıya yönlendiriyorum. Çarşıya doğru yürürken dişimle sodayı açıyorum. Dişim sizlere ömür oluyor.
Çarşıya gittiğimde beyaz t-shirtü buluyorum. Ucuz diye iki tane alıyorum.
Eve dönerken, bu tasarrufumdan dolayı kendimi ödüllendiriyorum. Çekirdeği ve dondurmayı alıyorum. 'Albeni' ye hala kılım, onu ötekileştiriyorum. Zara'yı sevmiyorum. [O reklam çekilmeden önceki gece, Özlem Tekin, Zara' da kalmış, yanına giyecek almamış da; Zara 'Ya lafımı olur Özoş, benimkilerden giy, nolcak yea' demiş bence.]
Sonuç olarak, insan evde olunca para harcamıyor hacı.
16 Nisan 2013 Salı
HEY ONBEŞLİ
Odamı toplama kararı almam uzun sürdü. Çoook uzun. Gerçekten uzun.
Bir sürü, önemli her halde diye sakladığım şeylerin önemli olmadığını ilk bakışta anlamadım. Sabırla ayıklamaya başladım.
Bankamatikten çektiğim paraların makbuzlarını saklamışım. İlk on tanesini, uzun uzun inceleyerek çöpe doğru son yolculuklarına uğurladım. Sonra, sıkıldım. Hepsini attım gitti.
İçlerinden birisi dikkatimi çekti. Tahminen on beş yaşlarında yazdığım bir kağıt. On sene sonra olacağım kişi ile ilgili öngörülerin olduğu bir liste. O zamanlar bu gibi listelerden onlarca yaptığımı hatırlıyorum. Bu sıkışmış kalmış, onlarca bankamatik kağıdının içinde.
Şu anda yirmi beş yaşında biri olarak, on beş yaşındaki kendime şunu söylemeyi borç bilirim.
'Hee, canım hee, oldu hepsi.'
- On sene sonra üniversiteden derece ile mezun olacağım! (Ünlem de koymuşum, korkutmaya çalışmışım kendimi)
Evet, üniversiteden mezun oldum olmasına da, her yaz okuluna iştirak ederek ve bir sene uzatarak.
- On sene sonra bir yabancı dili anadilim gibi, diğerini ise konuşulduğunda anlayacağım kadar öğreneceğim!
Geçenlerde YDS'ye (Yabancı Dil Sınavı) girdim. Hepsini, 'B' olarak işaretledim.
Bir ara Fransızca kursuna yazıldım. İnsanlar ter kokuyordu (b.k atmak) ben de bıraktım kursu. (Zor geldi.)
- On sene sonra milli bir sporcu olarak Türkiye'yi temsil edeceğim!
O sene, bıraktım basketbolu. Pöfür pöfür sigara içiyorum.
-On sene sonra, en az iki kez yurtdışına çıkmış olacağım.
Evet, çıktım. Azerbaycan'a gittim. Sanki teyzemlerdeydim ama, öyle bir yurt dışı deneyimiydi.
Öğrendiğim kelimeler: Necesin? (Nasılsın), Sümük (Kemik), Toyuk (Tavuk). Bu bilgi birikimiyle bence beni tutmayın.
- On sene sonra İstanbul'da, Beyoğluna yakın bir yerde eve çıkacağım!
Ailemle beraber oturuyorum, İstanbul'da değil. Üç kişiden ikisinin kanser olduğu bir bölgede.
Sonuç olarak, gerekli değilse, makbuz almayın. Bir sürü ağaç gidiyor. Yapmayın.
13 Mart 2013 Çarşamba
DIŞARIDAN
Utana sıkıla yanıma geldi ve şöyle sordu: 'Ya bir şey soracağım. Cevap vermek zorunda değilsin. Şey ya, senin acaba diyorum, annen baban mı boşandı?'
'Ne alaka? Yoo, ne oldu ki?' diye cevap verdim.
'Bilmem, dışarıdan öyle duruyorsun'
Bak, şunu herkes gibi bende duydum 'Dışarıdan çok soğuk duruyorsun ama tanıdıkça sevdim seni'
Ama bu benzetmeye hiç anlam veremedim. Etrafımda annesi babası boşanmış arkadaşlarım da var; ama onlara has bir yüz ifadesi yok ki. Gerçekten anlam veremedim.
Hafif bir 'Emrah' ifadesi var bende biliyorum ama buna yorması beni çok şaşırttı.
Hem sonra ben alıngan insanım; yani annem ve babamla ilgili öyle ya da böyle ufacık olumsuz bir şey söylenince nevrim dönüyor.
'Sensin boşanmış! Ne alaka canım ollo ollo ya? Senin annen baban boşanmış. Git! Bak valla uyuz oldum sana!' dedim.
Ayıp oldu ama olsun.
Yüz ifadelerinden başarısız sonuçlara ulaşanlar da hep beni bulur. Hele benzetildiğim insanlar bir garip. Bana benzetikleri insanlar hiç birbirine benzemiyor ya hu..
Bir gün şöyle bir şey oldu.
Dedi ki 'Ya var yaaa, sen benim kuzenime o kadar çok benziyorsun ki, aklın durur. Hık demiş burnundan düşmüş'
'Allah allah :) Kimmiş kuzenin?' diye sordum.
'YAVUZ!' dedi ya.
Benzetildiğim insanların özelliklerini şöyle bir karıştırırsak, bildiğin lirik bir roman karakteri ortaya çıkıyor.
Yavuz: Annesi babası boşanmış, mahmur bakışlı, kırılgan, alıngan, sümükleri akan ezik.
Bu mudur yani?
Nerde o eskiden 'Büyüyünce çok güzel kız olacak, maşallah' diyenler. Ne oldu da, Yavuz oldum ben?
Her şey bir yalandan ibaretmiş.
:]
'Ne alaka? Yoo, ne oldu ki?' diye cevap verdim.
'Bilmem, dışarıdan öyle duruyorsun'
Bak, şunu herkes gibi bende duydum 'Dışarıdan çok soğuk duruyorsun ama tanıdıkça sevdim seni'
Ama bu benzetmeye hiç anlam veremedim. Etrafımda annesi babası boşanmış arkadaşlarım da var; ama onlara has bir yüz ifadesi yok ki. Gerçekten anlam veremedim.
Hafif bir 'Emrah' ifadesi var bende biliyorum ama buna yorması beni çok şaşırttı.
Hem sonra ben alıngan insanım; yani annem ve babamla ilgili öyle ya da böyle ufacık olumsuz bir şey söylenince nevrim dönüyor.
'Sensin boşanmış! Ne alaka canım ollo ollo ya? Senin annen baban boşanmış. Git! Bak valla uyuz oldum sana!' dedim.
Ayıp oldu ama olsun.
Yüz ifadelerinden başarısız sonuçlara ulaşanlar da hep beni bulur. Hele benzetildiğim insanlar bir garip. Bana benzetikleri insanlar hiç birbirine benzemiyor ya hu..
Bir gün şöyle bir şey oldu.
Dedi ki 'Ya var yaaa, sen benim kuzenime o kadar çok benziyorsun ki, aklın durur. Hık demiş burnundan düşmüş'
'Allah allah :) Kimmiş kuzenin?' diye sordum.
'YAVUZ!' dedi ya.
Benzetildiğim insanların özelliklerini şöyle bir karıştırırsak, bildiğin lirik bir roman karakteri ortaya çıkıyor.
Yavuz: Annesi babası boşanmış, mahmur bakışlı, kırılgan, alıngan, sümükleri akan ezik.
Bu mudur yani?
Nerde o eskiden 'Büyüyünce çok güzel kız olacak, maşallah' diyenler. Ne oldu da, Yavuz oldum ben?
Her şey bir yalandan ibaretmiş.
:]
5 Mart 2013 Salı
SINAV
Hukuk fakültesi içinde ukte kalmış birisi olarak, ikinci üniversite olarak açıköğretimden adalet meslek okuyayım dedim. Zaten bu bölümün bir çok dersini ben veriyorum, işim kolay olur dedim.
Vize haftası geldi, çattı. Sabahın köründe Snoopy ile buluştuk, sınavın yapılacağı yere gittik.
ÖSYM' nin yaptığı sınavlarda, kalem- silgi dahil olmak üzere çanta falan içeriye alınmaz. Sadece gerekli belgelerle içeriye girebilirsiniz. Açıköğretimde içeriye alıyorlarmış meğer. Bunu bilmediğimden çantamı Snoopy' e bıraktım. Binanın kapısına doğru ilerledim.
Kapıda, güvenlik görevlileri vardı, bayanların üzerinin arandığı kısma geçtim. Kadın güvenlik görevlisi üzerimi aradı. Ama ne aramak. Ellerimi havaya kaldırdım, sanki Meksika sınırında uyuşturucu kaçakçılığı yaparken yakalnmışım gibi. Kadın tuttu beni, kendine çekti. Şap şap şap vurdu her yerime. Tek vücut olduk resmen. Bir şey de diyemiyorsun. Boyu da kısa zaten, gömücem kafayı en son o olacak.
Neyse kadının kokusu üzerimde, içeri girdim. O günden beri onun kokusu olmadan uyuyamıyorum : P.
İçeriye girdim. Bir çok öğrenci yerini almış usul usul sınavın başlamasını bekliyordu. Ağzını kapamaya üşenen bazı öğrenciler esnemenin ağızda yarattığı baskıya dayanmaya çalışıyor, başarılı olamıyor o yüzden de suratları uzuyordu, gözleri kapanıyordu.
Yerimi buldum, paldır küldür montumu çıkardım oturdum.
İçeride üç tane gözetmen vardı. Biri orta okuldan arkadaşım çıktı. Uzaktan 'Naber?' der gibi göz kırptı. Bende kısık sesle ama herkesin duyabileceği gibi. 'Aaa! İyi, senden naber kız?' dedim bol nefes efekti ile.
----------
Diğer gözetmenlerden biri gelip belgelerimi kontrol etti o arada.
Sınavlarda, senin sen olduğunu ispat etmek zor zanaat. Hem fotoğraflı öğrenci kimliğim var hem de sınav giriş belgem ama yok inanmıyorlar hala. Nüfus cüzdanım da olmalıymış. Başka bir öğrenciyi sınava almamışlar bu nedenle, o yüzden beni de alamazlarmış.
Arkadaşım beni korumak adına baya bir mücadele verdi ama sonuç olarak yemedi. Telefonunu rica ettim arkadaşımın, aradım Snoopy' i, getirdi kimliğimi.
Nefes nefese koştum, çıktım binadan kimliğimi aldım, binanın girişine geri döndüm. Yine o kadın, sırıtarak bekiliyor. dedim ki içimden 'Bi s.ktr git ya!'. Dışımdan ise, ' Beni zaten aradınız, kimliğimi unutmuşum, onu getirdi arkadaşım, onu almak için çıktım' dedim.
Kadın, sorumsuzluğumu yüzüme vurmak istercesine ve suratında alaycı bir ifadeyle 'Peh! Sen okuyacaksın da biz de görücez!' dedi.
Hoca olduğumu söyleyemedim.
Sınıfa girdim yine paldır küldür oturdum, baktım ki sınav kağıtlarını dağıtmışlar.
Açtım kitapçığı, çözmeye başladım. 'Heheyt beaa!' surat ifadesiyle üçüncü soruya geçmiştim ki. Paaat diye, kitapcığımı kapattı gözetmen.
'Daha sınav başlamadı!' diye bağırdı.
Ödüm patladı. O kadar dalmışım ki. Etrafıma baktım, herkes pür dikkat sınavın başlamasını bekliyor.
Arkadaşım bir müddet benimle göz temasını kesti. E haklı tabi. Herkes sessiz sedasız beklerken ben dilim dışarıda 'Bunu daha geçen hafta anlattım heheyt!' diye soruları çözüyordum. Utandı galiba benden azıcık.
Neyse, sınav başladı dediler. Ben bu sefer temkinliydim. Ağır çekim sınava başladım ama kısa sürede bitirdim.
Montumu, kalemleri, belgeleri ve kapağının kapalı olduğunu düşündüğüm su şişesini aldım.
Arkadaşımla göz temasını kurup 'Hadi görüşürüz' diye el salladım.
Dediğim gibi, su şişesinin kapağının kapalı olduğunu düşünüyordum ben. Suyun bir kısmını suratıma yiyince uyandım mevzuya.
Arkadaş, o nasıl bir el sallamaktı öyle. Sanki Titanik'i uğurluyorum, alt tarafı sınavdan çıkıyordum. Yerler falan göl oldu göl!
Yüzüm kıpkırmızı ve ıslak çıktım salondan.
Çıktım sınavdan çıkmasına da bir eksiklik vardı üzerimde.
Fularım düşmüş meğer. Bunu fark edince geri dönüp kafamı kapıdan uzattım. Arkaşıma bol nefesli kısık sesimle durumu belirrtim. Fularımı verdi.
O arada sınıfın dörtte üçü derin bir 'Off!' çekti. Ne düşündüklerini az çok tahmin edebiliyorum ama söylemem.
Sonuç olarak sınavlarım iyiydi.
Sonra finallere girdim. Yine iyi geçmişti sınavlarım ama şifremi unutmuşum bu sefer de. İki gündür sonuçlara bakamıyorum.
[Bence bu benim suçum değil. Öyle bir şifre istiyorlar ki büyük-küçük harf, noktalama işareti, sayı olacak içinde. Uzaya robot gönderiliyor da benden isim koymamı bekliyorlar sanki. Üç kere de kulağına fısıldayayım oldu olacak.]
Şifremi unuttuğumu fark ettiğimden beri aynı ses kulağımda; 'Sen okuyacaksın da biz görücezz!'
Vize haftası geldi, çattı. Sabahın köründe Snoopy ile buluştuk, sınavın yapılacağı yere gittik.
ÖSYM' nin yaptığı sınavlarda, kalem- silgi dahil olmak üzere çanta falan içeriye alınmaz. Sadece gerekli belgelerle içeriye girebilirsiniz. Açıköğretimde içeriye alıyorlarmış meğer. Bunu bilmediğimden çantamı Snoopy' e bıraktım. Binanın kapısına doğru ilerledim.
Kapıda, güvenlik görevlileri vardı, bayanların üzerinin arandığı kısma geçtim. Kadın güvenlik görevlisi üzerimi aradı. Ama ne aramak. Ellerimi havaya kaldırdım, sanki Meksika sınırında uyuşturucu kaçakçılığı yaparken yakalnmışım gibi. Kadın tuttu beni, kendine çekti. Şap şap şap vurdu her yerime. Tek vücut olduk resmen. Bir şey de diyemiyorsun. Boyu da kısa zaten, gömücem kafayı en son o olacak.
Neyse kadının kokusu üzerimde, içeri girdim. O günden beri onun kokusu olmadan uyuyamıyorum : P.
İçeriye girdim. Bir çok öğrenci yerini almış usul usul sınavın başlamasını bekliyordu. Ağzını kapamaya üşenen bazı öğrenciler esnemenin ağızda yarattığı baskıya dayanmaya çalışıyor, başarılı olamıyor o yüzden de suratları uzuyordu, gözleri kapanıyordu.
Yerimi buldum, paldır küldür montumu çıkardım oturdum.
İçeride üç tane gözetmen vardı. Biri orta okuldan arkadaşım çıktı. Uzaktan 'Naber?' der gibi göz kırptı. Bende kısık sesle ama herkesin duyabileceği gibi. 'Aaa! İyi, senden naber kız?' dedim bol nefes efekti ile.
----------
Diğer gözetmenlerden biri gelip belgelerimi kontrol etti o arada.
Sınavlarda, senin sen olduğunu ispat etmek zor zanaat. Hem fotoğraflı öğrenci kimliğim var hem de sınav giriş belgem ama yok inanmıyorlar hala. Nüfus cüzdanım da olmalıymış. Başka bir öğrenciyi sınava almamışlar bu nedenle, o yüzden beni de alamazlarmış.
Arkadaşım beni korumak adına baya bir mücadele verdi ama sonuç olarak yemedi. Telefonunu rica ettim arkadaşımın, aradım Snoopy' i, getirdi kimliğimi.
Nefes nefese koştum, çıktım binadan kimliğimi aldım, binanın girişine geri döndüm. Yine o kadın, sırıtarak bekiliyor. dedim ki içimden 'Bi s.ktr git ya!'. Dışımdan ise, ' Beni zaten aradınız, kimliğimi unutmuşum, onu getirdi arkadaşım, onu almak için çıktım' dedim.
Kadın, sorumsuzluğumu yüzüme vurmak istercesine ve suratında alaycı bir ifadeyle 'Peh! Sen okuyacaksın da biz de görücez!' dedi.
Hoca olduğumu söyleyemedim.
Sınıfa girdim yine paldır küldür oturdum, baktım ki sınav kağıtlarını dağıtmışlar.
Açtım kitapçığı, çözmeye başladım. 'Heheyt beaa!' surat ifadesiyle üçüncü soruya geçmiştim ki. Paaat diye, kitapcığımı kapattı gözetmen.
'Daha sınav başlamadı!' diye bağırdı.
Ödüm patladı. O kadar dalmışım ki. Etrafıma baktım, herkes pür dikkat sınavın başlamasını bekliyor.
Arkadaşım bir müddet benimle göz temasını kesti. E haklı tabi. Herkes sessiz sedasız beklerken ben dilim dışarıda 'Bunu daha geçen hafta anlattım heheyt!' diye soruları çözüyordum. Utandı galiba benden azıcık.
Neyse, sınav başladı dediler. Ben bu sefer temkinliydim. Ağır çekim sınava başladım ama kısa sürede bitirdim.
Montumu, kalemleri, belgeleri ve kapağının kapalı olduğunu düşündüğüm su şişesini aldım.
Arkadaşımla göz temasını kurup 'Hadi görüşürüz' diye el salladım.
Dediğim gibi, su şişesinin kapağının kapalı olduğunu düşünüyordum ben. Suyun bir kısmını suratıma yiyince uyandım mevzuya.
Arkadaş, o nasıl bir el sallamaktı öyle. Sanki Titanik'i uğurluyorum, alt tarafı sınavdan çıkıyordum. Yerler falan göl oldu göl!
Yüzüm kıpkırmızı ve ıslak çıktım salondan.
Çıktım sınavdan çıkmasına da bir eksiklik vardı üzerimde.
Fularım düşmüş meğer. Bunu fark edince geri dönüp kafamı kapıdan uzattım. Arkaşıma bol nefesli kısık sesimle durumu belirrtim. Fularımı verdi.
O arada sınıfın dörtte üçü derin bir 'Off!' çekti. Ne düşündüklerini az çok tahmin edebiliyorum ama söylemem.
Sonuç olarak sınavlarım iyiydi.
Sonra finallere girdim. Yine iyi geçmişti sınavlarım ama şifremi unutmuşum bu sefer de. İki gündür sonuçlara bakamıyorum.
[Bence bu benim suçum değil. Öyle bir şifre istiyorlar ki büyük-küçük harf, noktalama işareti, sayı olacak içinde. Uzaya robot gönderiliyor da benden isim koymamı bekliyorlar sanki. Üç kere de kulağına fısıldayayım oldu olacak.]
Şifremi unuttuğumu fark ettiğimden beri aynı ses kulağımda; 'Sen okuyacaksın da biz görücezz!'
26 Şubat 2013 Salı
GEÇMİŞ
Kendi ruhumu hunharca katlediyorum bu günlerde.
Geçmişte yaşama sevdam beni öldürmek üzere.
Zaman ilerlemiyor sanki.
Şimdiki zamanı yaşamak, zordur.
Bence, sadece ben bu durumda değilim.
Düşününce hak vereceksin bana.
Geçmişi özlemek ve ya geçmişteki seni bulup kulağını çekmekten başka ne yaptın bugünlerde?
Ya da geçmişi bir kenara bırak, geleceğinden endişe etmediğin tek bir günün var mı? Hayatın boyunca aynı işi mi yapmak istiyorsun? Bunları düşünmekten beyninin içi eriyormuş gibi hissetmiyor musun?
Geçmişte yaşayanlar topluluğunun önünde bayrak sallayanların başında 'Fotoğrafçılar' gelir bana göre.
Öyle değil midir, zaten?
Şöyle gelişir muhabbet:
' Hadi! Bu anı ölümsüzleştirelim!!
-Neden?
'İlerde bakarız işte resimlere'
- Fotoğraf onun adı, resim değil.
Geçmişin mabedidir fotoğraf.
Geleceğe hediye edilen, geçmişin posteridir. Promosyonundur senin. Şimdiki zaman hırsızıdır.
Fotoğraf sevmediğimden değil; fotojenik olmadığımdan ısınamadım bir türlü.
İçinde bulunduğun anı yaşayamamak, seni anılardan konuşmaya iter.
En yakın dostunla konuştuğun yegane şey ortak anılarınız ise kendine benzetmişsindir onu da. Kabak tadı vermeye başlarsın. Dostun olduğu için çıkarmaz da sesini
Şimdiki zamanı yaşayabildiğim tek insan şu anda bana uzak. Bir yıldan fazla bir süre de uzak olacak. Ondandır diyorum bu haller.
Geçmişin ya da geleceğin, umrunun yüz metre yakınına yanaşamıyorsa eğer onunlayken; bırakma onu. Geleceğine götürürsün :)
Seni özledim Snoopy...
Geçmişte yaşama sevdam beni öldürmek üzere.
Zaman ilerlemiyor sanki.
Şimdiki zamanı yaşamak, zordur.
Bence, sadece ben bu durumda değilim.
Düşününce hak vereceksin bana.
Geçmişi özlemek ve ya geçmişteki seni bulup kulağını çekmekten başka ne yaptın bugünlerde?
Ya da geçmişi bir kenara bırak, geleceğinden endişe etmediğin tek bir günün var mı? Hayatın boyunca aynı işi mi yapmak istiyorsun? Bunları düşünmekten beyninin içi eriyormuş gibi hissetmiyor musun?
Geçmişte yaşayanlar topluluğunun önünde bayrak sallayanların başında 'Fotoğrafçılar' gelir bana göre.
Öyle değil midir, zaten?
Şöyle gelişir muhabbet:
' Hadi! Bu anı ölümsüzleştirelim!!
-Neden?
'İlerde bakarız işte resimlere'
- Fotoğraf onun adı, resim değil.
Geçmişin mabedidir fotoğraf.
Geleceğe hediye edilen, geçmişin posteridir. Promosyonundur senin. Şimdiki zaman hırsızıdır.
Fotoğraf sevmediğimden değil; fotojenik olmadığımdan ısınamadım bir türlü.
İçinde bulunduğun anı yaşayamamak, seni anılardan konuşmaya iter.
En yakın dostunla konuştuğun yegane şey ortak anılarınız ise kendine benzetmişsindir onu da. Kabak tadı vermeye başlarsın. Dostun olduğu için çıkarmaz da sesini
Şimdiki zamanı yaşayabildiğim tek insan şu anda bana uzak. Bir yıldan fazla bir süre de uzak olacak. Ondandır diyorum bu haller.
Geçmişin ya da geleceğin, umrunun yüz metre yakınına yanaşamıyorsa eğer onunlayken; bırakma onu. Geleceğine götürürsün :)
Seni özledim Snoopy...
15 Şubat 2013 Cuma
DÖRT AY
Gençliğime güvenip 'Çalışırım yaaee haftanın yedi günü, nolcaaak ki!' dedim. Altından da başarıyla kalktım kalkmasına da, yoruldum gerçekten. (O yüzden ara verdim yazmaya)
Bu yoğun dönemde dikkatimi çeken tek şey çevremdekilerin tepkileriydi.
Şöyle gelişti tüm dialoglar:
Annem: Ben babasından alışığım zaten. Tatil nedir bilmezdi o da. Babasına çekmiş.
1,5 ay sonra annem: Bak kızım! Notları yetiştiremiyorum diye sinirini bizden çıkarma! O odanın hali ne öyle!
4 ayın sonunda: Ben zaten biliyordum kızımın yapabileceğini.
Küçük kardeşim: Ne zaman bitecek abla işin bilgisayarla?
1,5 ay sonra: Abla ne zaman bitecek işin bilgisayarla?
4 ayın sonunda: Ara verdiğinde oynayayım bari abla, olmaz mı?
Snoopy: Çok fazla ders almadın mı sence de? Yapabilecek misin? Ya, aslında biliyorum yapacağını, adım gibi biliyorum hem de ama sıkılırsın diye söylüyorum. Ben kendimden biliyorum, sıkılırdım yani.
1,5 ay sonra: Çok yoruluyorsun, zaten gün içinde hiç konuşamıyoruz. Eve gidince de uyuyorsun. Konuşamıyoruz hiç. Ben sana dedim o kadar ders alma diye. Bu da ders olsun sana. Almazsın işte o kadar fazla ders bir daha!
4 ayın sonunda: Çok zor bir işi başardın. Çok fazla yüklendin kendine, yoruldun. Şimdi biraz dinlen. Seninle gurur duyuyorum.
Babam: Vaktinde yatmıyorsunuz, vaktinde kalmıyorsunuz!
1,5 ay sonra: Ne oldu ki, bir buçuk ay sonra?
4 ayın sonunda: Bırak kızım sen bu işi, gel atölyede çalış. Saatin belli en azından, hafta sonun da var.
Ama en önemlisi vaktinde yatıp vaktinde kalkmaktır.
Kraliçe: Ne zaman bitecek peki bu yoğunluk?
1,5 ay sonra: Çok özledim seni. :(
4 ay sonra: Bu hafta sonu geliyorsun :))))) Ama sesin yorgun geliyor. :( Neyse gel de sen bi, çok özledim seni.
Bu son dört ayım bunları duyarak geçti. Yazacak başka bir şey dikkatimi çekmedi. Şimdilik :]
7 Aralık 2012 Cuma
KONUSUZ KONU'lar :)
1. KISA :
Ortalık
yerde serce parmak, anahtar!, kalem arkasını kulağına sokup, sn'de 120 defa ileri-geri
hareket ettirerek kulağını kurcalayan, cismi kulağından çıkarırkan şlops diye
ses geldiğini bile duyamayacak kadar kendinden gecen insan güruhu; yap bunu ama tanık olmayalım :)
*Kulak temizleme çubuğu, olay yeri inceleme memurlarının sıvı-doku, kan, sperm örneklerini toplaması için icat edilmiştir.
*Kulak temizleme çubuğu, olay yeri inceleme memurlarının sıvı-doku, kan, sperm örneklerini toplaması için icat edilmiştir.
2. KISA :
Giysilerimizde,
marka adının dışında, daha komplike detayların bulunduğu - yıkama kılavuzu,
fiyatı, x--- buradan kesiniz ibaresi vs. - etiketler niye bu kadar çok yapraklı
ve uzun oluyorlar ki? Bide kumaşın iki ayrı parçasını birleştirmek için
kullanılan dikişin içine iliştirilerek niye dikiliyor? Kesip ortadan kaldırayım
diyorsun giysi teyellerinden ayrılıyor, hop! dikişte atıyor. İç çamaşırlarına
bile upuzun etiket koyuyorlar. Popondan faks gelmiş gibi sallanıyor. Şık
değil :)
3. KISA :
Hayattaki
küçük yalancıklar ;)
Umrumda değil, bir ara görüşelim mutlaka, tv’de sadece belgesel izliyoruz biz, sen çok farklısın, bu size olur=bu size çok yakıştı, haksızlığa gelemem, ben doğuştan FBliyim, BJKliyim, GSliyim (olmaz o doğuştan, zeka gelişimi kuralına aykırı bi kere), kapıya çarptım, istesem bana kız mı/erkek mi yok, uyuyordum, duymadım, sessizdeydi (telefona cvp verilmediğinde), walla sana gülmüyorum, benim değil arkadaşımın!, kim olsa aynı şeyi yapardı, çok iyi görünüyorsun, kilo mu verdin/aldın sen?, değiştim artık ben, bir daha yapmayacağım, unuttum, yok bişey!, üzüntüden değil sinirden ağlıyorum, karşıdaki kız/erkek bana bakıyor!, yüzüne de söylerim ondan mı çekineceğim, hiç acımayacak, bir arkadaşa bakıp çıkacağım, başım ağrıyor, su içsem yarıyor, acımadı ki, walla sarı da geçtim, zararına satıyorum, ben zengin fakir ayırmam, canım, leğende dedemi yıkıyorduk(!), bu saatten sonra arkadaş arıyor insan, kendi ayaklarımın üstünde duruyorum artık, beni beğenen böyle beğensin, 3 gündür kahvaltıyla duruyorum gram vermedim, motordaydım duymadım, arkadaşız biz, ben yapmadım miki yaptı, sistemler gitti, şarjım bitti.
Umrumda değil, bir ara görüşelim mutlaka, tv’de sadece belgesel izliyoruz biz, sen çok farklısın, bu size olur=bu size çok yakıştı, haksızlığa gelemem, ben doğuştan FBliyim, BJKliyim, GSliyim (olmaz o doğuştan, zeka gelişimi kuralına aykırı bi kere), kapıya çarptım, istesem bana kız mı/erkek mi yok, uyuyordum, duymadım, sessizdeydi (telefona cvp verilmediğinde), walla sana gülmüyorum, benim değil arkadaşımın!, kim olsa aynı şeyi yapardı, çok iyi görünüyorsun, kilo mu verdin/aldın sen?, değiştim artık ben, bir daha yapmayacağım, unuttum, yok bişey!, üzüntüden değil sinirden ağlıyorum, karşıdaki kız/erkek bana bakıyor!, yüzüne de söylerim ondan mı çekineceğim, hiç acımayacak, bir arkadaşa bakıp çıkacağım, başım ağrıyor, su içsem yarıyor, acımadı ki, walla sarı da geçtim, zararına satıyorum, ben zengin fakir ayırmam, canım, leğende dedemi yıkıyorduk(!), bu saatten sonra arkadaş arıyor insan, kendi ayaklarımın üstünde duruyorum artık, beni beğenen böyle beğensin, 3 gündür kahvaltıyla duruyorum gram vermedim, motordaydım duymadım, arkadaşız biz, ben yapmadım miki yaptı, sistemler gitti, şarjım bitti.
YENİ NUMARA
Değişikliklere, aynı hızda uyum sağlayanlardan olamadım hiç.
Özellikle eşyaların yerinin değiştirilmesine, modanın değişmesine, hatta ve hatta diziler başlamadan önce 'Bilmemneyin sunduğu dizi başlıyor.' cümlesindeki 'bilmemne' markasının bile değişmesine, küsüyorum, üzülüyorum, sinirleniyorum, dışlıyorum.
İstemiyorum değişiklik falan. [Bence, yaşlanınca hiç çekilmem ben]
Ancak, mecburiyetten telefon numaramı değiştirmek zorunda kaldım.
Her telefonunu değiştiren canlı gibi ben de, aileme ve yakın dostlarıma şaka yapma gereksinimi duydum ve yaptım.
1. Önce annemi aradım. Aslında aramadan önce, nasıl bir tavır takınacağımı kafamda belirlemem gerekirdi, bunu es geçtiğimi annem telefonu açınca farkettim. Bankacı ile metres arasında kaldı sesim. Ama annem beni pazarlamacı sanmış.
Sonuca bakmak lazım, kandırdım.
2. Babamı aradım daha sonra. Kararlıydım, bankacı olacaktı sesim. Heyecanlandım. Kekeledim.
'Sen kimsin bea! Kek kek, ne dediğin anlaşılmıyor!' diye kükredi babam. 'Sizi sonra ararız' dedim, iş mülakatı yapmışız gibi.
3. Artık tecrübeliydim. Eskiden aynı dersaneye gittiğimiz yakın dostumu aradım. Gittiğimiz dersaneden aradığımı söyledim. 'Son taksitiniz ödenmemiş gözüküyor. Yasal yollara baş vurmak durumundayız' dedim.
'Yoo, ödedim ben' dedi. İnat ettim. Hukuki yollara başvururm hee, diye çemkirdim. 'Tamam tamam akşam ben iş çıkışı uğrayayım, neymiş anlarız' dedi.
'Heh şöyle akıllı ol' gibi bir şey hissettim gibi oldu. Ama şaka yaptığımı söylemek zorundaydım. Söyledim. Güldük.
4. Ece' yi aradım sonra. 'Merhaba Ece Ha..' derken..
'Ay ben de seni arayacaktım dostum! Cuma akşamı yanına geliyorum!' dedi. Akşam gelecek, film izleyeceğiz. Yahu bari role girene kadar bekleseydi. Neyse..
5. En sonunda aramaktan vazgeçtim. Gelecek faturadan korktum. 5000 sms mi öyle bir şey yaptım.
Mimiklerini bile göremediğim canım arkadaşım, Yazı-Mazı'nın da tembel yazarlarındandır kendisi. Mesaj attım. Senden hoşlanıyorum gibi, kibar bir adam gibi. Açıklayamam duygularımı utanırım falan diye bir sürü şey yazdım.
Cevap olarak 'Salak' yazdı. Ünlemsiz. Ünlem olsa bu kadar koymaz bak. :]
Bir daha telefon numaramı değiştirirsem, çok manasız bulsam da, kesin aynı şeyi tekrarlarım bence ben. :]
Özellikle eşyaların yerinin değiştirilmesine, modanın değişmesine, hatta ve hatta diziler başlamadan önce 'Bilmemneyin sunduğu dizi başlıyor.' cümlesindeki 'bilmemne' markasının bile değişmesine, küsüyorum, üzülüyorum, sinirleniyorum, dışlıyorum.
İstemiyorum değişiklik falan. [Bence, yaşlanınca hiç çekilmem ben]
Ancak, mecburiyetten telefon numaramı değiştirmek zorunda kaldım.
Her telefonunu değiştiren canlı gibi ben de, aileme ve yakın dostlarıma şaka yapma gereksinimi duydum ve yaptım.
1. Önce annemi aradım. Aslında aramadan önce, nasıl bir tavır takınacağımı kafamda belirlemem gerekirdi, bunu es geçtiğimi annem telefonu açınca farkettim. Bankacı ile metres arasında kaldı sesim. Ama annem beni pazarlamacı sanmış.
Sonuca bakmak lazım, kandırdım.
2. Babamı aradım daha sonra. Kararlıydım, bankacı olacaktı sesim. Heyecanlandım. Kekeledim.
'Sen kimsin bea! Kek kek, ne dediğin anlaşılmıyor!' diye kükredi babam. 'Sizi sonra ararız' dedim, iş mülakatı yapmışız gibi.
3. Artık tecrübeliydim. Eskiden aynı dersaneye gittiğimiz yakın dostumu aradım. Gittiğimiz dersaneden aradığımı söyledim. 'Son taksitiniz ödenmemiş gözüküyor. Yasal yollara baş vurmak durumundayız' dedim.
'Yoo, ödedim ben' dedi. İnat ettim. Hukuki yollara başvururm hee, diye çemkirdim. 'Tamam tamam akşam ben iş çıkışı uğrayayım, neymiş anlarız' dedi.
'Heh şöyle akıllı ol' gibi bir şey hissettim gibi oldu. Ama şaka yaptığımı söylemek zorundaydım. Söyledim. Güldük.
4. Ece' yi aradım sonra. 'Merhaba Ece Ha..' derken..
'Ay ben de seni arayacaktım dostum! Cuma akşamı yanına geliyorum!' dedi. Akşam gelecek, film izleyeceğiz. Yahu bari role girene kadar bekleseydi. Neyse..
5. En sonunda aramaktan vazgeçtim. Gelecek faturadan korktum. 5000 sms mi öyle bir şey yaptım.
Mimiklerini bile göremediğim canım arkadaşım, Yazı-Mazı'nın da tembel yazarlarındandır kendisi. Mesaj attım. Senden hoşlanıyorum gibi, kibar bir adam gibi. Açıklayamam duygularımı utanırım falan diye bir sürü şey yazdım.
Cevap olarak 'Salak' yazdı. Ünlemsiz. Ünlem olsa bu kadar koymaz bak. :]
Bir daha telefon numaramı değiştirirsem, çok manasız bulsam da, kesin aynı şeyi tekrarlarım bence ben. :]
16 Kasım 2012 Cuma
TAHMİN
Çocukuluk arkadaşım- birbirimize çakabo diye hitap ederiz.- nişanlandığında, evliliğine daha çok var, demiştim. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen zaman yine saşırtmadı beni, kendimi düğünde giyeceğim kıyafeti ararken buldum birden. [bknz:http://yazimazi.blogspot.com/2012/09/bitti.html)]
Düğün dernek derken yuvasını kurdu Çakabom, beni ve kardeşimi evine davet etti. Uça uça gittik.
Evini inceledim, her zamanki gibi, benim yanına bile yaklaşayamacağım zevkini konuşturmuş. Mükemmel bir evi olmuş. :]
Yemek yiyip içeçeklere geçtiğimizde arkadaşımda bir farklılık hissettim. Yüzü... Sanki, nasıl desem, değişmişti. Bunu ona da söyledim, nazar değmesin diye bebek beklediğini saklayıp saklamadığını sordum. Hayır, dedi. Saklamıyorum.
Kendisi de bilmiyormuş zaten hamile olduğunu.Bir kaç hafta sonra arayıp söyledi hamileyim diye.
Bu tahmin, benim tutan ilk tahminimdi.
Ben anladım ya onun hamile olduğunu, her ortamda bir şekilde konuyu oraya çekip çekip 'Ben anlamıştım zaten. Ben söy-le-diy-dim ehehe benden kaçar mı ha- hay!' falan deyip havamı da bol bol atmaya başlamıştım. Sanki yılların ebe hatunuymuşum gibi benden kaçmaz, sen şu göze baksana şu gözeee diye iticiliğin doruklarında geziniyordum.
Sonraları bu tahmin durumunu daha da abarttım. Birisi hamile mi, bildiğiniz, zorla onun hamileliği ile ilgili rüya görmek için kendimi zorlamaya başladım. Ne kadar falcı olmaya meraklı bir bünyem olduğunu da o zamanlar farkettim.
Baktım ki rüya falan yok, amaeen, dedim. Nereden bilecek, gördüm de, geç yahu.
Bu arada ben kendimi böyle saçma salak şeylere adadığım dönemlerde, insanların da benden onları yapmamı sabırsızlıkla beklediğini düşünürüm. Halbuki, ohooo kimsenin umrunda değil.
Neyse.. K.çımdan uydurduğum kehanetleri haber vermem gereken saatlerin nedense ya sabahın köründe ya da gecenin bir yarısı olduğunu düşünürdüm. O dönemlerde rahatsız ettiğim tüm arkadaşlarımdan tek tek özür dilerim.
Hamile olduğunu duyduğum birisini, sabahın köründe aradım. Saat sekiz miydi neydi, normal şartlarda o saatte uyanmam imkansızdır ama nasıl bir istek varsa içimde, hemen kalktım. Aradım defalarca, sonunda açtı.
Dedimki: 'Ay canım uyandırdım galba. (Tabiki uyandırdım. Otuz kere aradım.) Yok, yok kötü bir şey yok. (Olsa seni mi ararım alaam ya, annemi ararım, babamı ararım.) Ya ben bi rüya gördüm. (Külliyen yalan) Dayanamadım aradım. Şeymiş, sen hamilesin ya. Heh işte erkek olcakmış o! (Rüyanın sonunu pat diye söylersen, gelişmelerini dinlemez karşındaki, bunu öğrendim.) Böyle masmaviiii birr deniz varmış, çok güzelmiş, sende de bemm- beyaaaz bir tiril tiril elbiseee..' falan derken devamını dinlemeyi çok istdeğini ama çok geç yattığını, işe gitmesi gerekmese vallahi de billahi de saatlerce benimle konuşmak istediğini ama şimdi kapatması gerektiğini son derece nazik bir dille söyleyip beni başından attı.
Bebek mi? Çok güzel bir kız çocuğu olarak dünyaya geldi.
Ben de bu işi zirvedeyken bırakayım dedim. :] Gençlerin önünü açtım bence :]
Düğün dernek derken yuvasını kurdu Çakabom, beni ve kardeşimi evine davet etti. Uça uça gittik.
Evini inceledim, her zamanki gibi, benim yanına bile yaklaşayamacağım zevkini konuşturmuş. Mükemmel bir evi olmuş. :]
Yemek yiyip içeçeklere geçtiğimizde arkadaşımda bir farklılık hissettim. Yüzü... Sanki, nasıl desem, değişmişti. Bunu ona da söyledim, nazar değmesin diye bebek beklediğini saklayıp saklamadığını sordum. Hayır, dedi. Saklamıyorum.
Kendisi de bilmiyormuş zaten hamile olduğunu.Bir kaç hafta sonra arayıp söyledi hamileyim diye.
Bu tahmin, benim tutan ilk tahminimdi.
Ben anladım ya onun hamile olduğunu, her ortamda bir şekilde konuyu oraya çekip çekip 'Ben anlamıştım zaten. Ben söy-le-diy-dim ehehe benden kaçar mı ha- hay!' falan deyip havamı da bol bol atmaya başlamıştım. Sanki yılların ebe hatunuymuşum gibi benden kaçmaz, sen şu göze baksana şu gözeee diye iticiliğin doruklarında geziniyordum.
Sonraları bu tahmin durumunu daha da abarttım. Birisi hamile mi, bildiğiniz, zorla onun hamileliği ile ilgili rüya görmek için kendimi zorlamaya başladım. Ne kadar falcı olmaya meraklı bir bünyem olduğunu da o zamanlar farkettim.
Baktım ki rüya falan yok, amaeen, dedim. Nereden bilecek, gördüm de, geç yahu.
Bu arada ben kendimi böyle saçma salak şeylere adadığım dönemlerde, insanların da benden onları yapmamı sabırsızlıkla beklediğini düşünürüm. Halbuki, ohooo kimsenin umrunda değil.
Neyse.. K.çımdan uydurduğum kehanetleri haber vermem gereken saatlerin nedense ya sabahın köründe ya da gecenin bir yarısı olduğunu düşünürdüm. O dönemlerde rahatsız ettiğim tüm arkadaşlarımdan tek tek özür dilerim.
Hamile olduğunu duyduğum birisini, sabahın köründe aradım. Saat sekiz miydi neydi, normal şartlarda o saatte uyanmam imkansızdır ama nasıl bir istek varsa içimde, hemen kalktım. Aradım defalarca, sonunda açtı.
Dedimki: 'Ay canım uyandırdım galba. (Tabiki uyandırdım. Otuz kere aradım.) Yok, yok kötü bir şey yok. (Olsa seni mi ararım alaam ya, annemi ararım, babamı ararım.) Ya ben bi rüya gördüm. (Külliyen yalan) Dayanamadım aradım. Şeymiş, sen hamilesin ya. Heh işte erkek olcakmış o! (Rüyanın sonunu pat diye söylersen, gelişmelerini dinlemez karşındaki, bunu öğrendim.) Böyle masmaviiii birr deniz varmış, çok güzelmiş, sende de bemm- beyaaaz bir tiril tiril elbiseee..' falan derken devamını dinlemeyi çok istdeğini ama çok geç yattığını, işe gitmesi gerekmese vallahi de billahi de saatlerce benimle konuşmak istediğini ama şimdi kapatması gerektiğini son derece nazik bir dille söyleyip beni başından attı.
Bebek mi? Çok güzel bir kız çocuğu olarak dünyaya geldi.
Ben de bu işi zirvedeyken bırakayım dedim. :] Gençlerin önünü açtım bence :]
6 Kasım 2012 Salı
KÜÇÜK BEKLEMELER
Beklemekten, bekletilmekten en nefret ettiğim dönemlerdeyim.
Uzun süreli beklemeler beni çok yormuyor aslında.
Bir gün sonrasını, bir ay sonrasını ve ya bir yıl sonrasını beklemek benim için çok da büyük bir külfet değil.
Yani oyalanabiliyorsun o süre zarfında. Başka planlar sokuşturuyorsun aklının bir köşesine. Hatta kendini o süre zarfında geliştirebiliyorsun bile.
Ancak iş kısa süreli beklemelere geldiğinde, gözüm dönüyor.
Örneğin bugün, ufak tefek ihtiyaçlar için alışveriş yapmaya giderken dedimki; oturayım bir yerde, çay içeyim.
Görünmez miyim neyim,bilmiyorum, bildiğin gelmiyorlar siparişimi almaya. Boynum koptu garsonla gözgöze geleceğim diye.
Yaklaşık beş dakika sonra siparişimi verdim.
Siparişimi beklerken, açıldığında çift kişilik nevresim kadar olan gazatelerden birini aldım.
Gazeteyi almamla içinden broşürlerin dökülmesi bir oldu. Bir sürü marketin tanıtımını yapan broşürlerdi bunlar. Hepsi de çiğ tavukları ve kuşbaşı etleri ne kadar ucuza sattığını fotoğraflarla belgeliyordu. Onları bir kenara koyup gazetenin bana en yaramayacak haberlerinin yarısını okudum; ama bütün fotoğraflarını inceledim.
Çayımı içtikten sonra kasaya doğru ilerledim; kasiyer kız elindeki telefona o kadar dalmıştı ki beni farketmedi bile. Belki de ben gerçekten görünmezim, bilemiyorum.
Kasiyer kızın dikkatini çektikten sonra her normal müşteri gibi parayı uzattım.
'Adisyon olmadan olmaz.' dedi. Gittim, adisyonu aldım. Ödemeye çalıştım, kasayı açamadı. 'Erkan Beeey, bakar mısınız?' diye haykırdı. Erkan Bey eliyle 'bir saniye' işareti yaptı ve bir dakika sonra gelip kasayı açtı.
Bozuk yokmuş!
Çay bu arkadaşım, çay ya! Bozuk nasıl olmaz bir kafede yahu? Beş lirayı bozamadılar.
İki dakika sonra bu büyük krizi de atlattık. Çıktım gittim kafeden.
Alışverişimi yapacağım yere girdim, almam gerekenleri aldım. Kasaya doğru ilerledim, kasiyer kız, arkamdaki kadını işaret edip 'Bayan, sizin eşyalarınız az,ilk önce sizinkini alıyım' dedi.
Ondan sonrasını hatırlamıyorum.
Uzun süreli beklemeler beni çok yormuyor aslında.
Bir gün sonrasını, bir ay sonrasını ve ya bir yıl sonrasını beklemek benim için çok da büyük bir külfet değil.
Yani oyalanabiliyorsun o süre zarfında. Başka planlar sokuşturuyorsun aklının bir köşesine. Hatta kendini o süre zarfında geliştirebiliyorsun bile.
Ancak iş kısa süreli beklemelere geldiğinde, gözüm dönüyor.
Örneğin bugün, ufak tefek ihtiyaçlar için alışveriş yapmaya giderken dedimki; oturayım bir yerde, çay içeyim.
Görünmez miyim neyim,bilmiyorum, bildiğin gelmiyorlar siparişimi almaya. Boynum koptu garsonla gözgöze geleceğim diye.
Yaklaşık beş dakika sonra siparişimi verdim.
Siparişimi beklerken, açıldığında çift kişilik nevresim kadar olan gazatelerden birini aldım.
Gazeteyi almamla içinden broşürlerin dökülmesi bir oldu. Bir sürü marketin tanıtımını yapan broşürlerdi bunlar. Hepsi de çiğ tavukları ve kuşbaşı etleri ne kadar ucuza sattığını fotoğraflarla belgeliyordu. Onları bir kenara koyup gazetenin bana en yaramayacak haberlerinin yarısını okudum; ama bütün fotoğraflarını inceledim.
Çayımı içtikten sonra kasaya doğru ilerledim; kasiyer kız elindeki telefona o kadar dalmıştı ki beni farketmedi bile. Belki de ben gerçekten görünmezim, bilemiyorum.
Kasiyer kızın dikkatini çektikten sonra her normal müşteri gibi parayı uzattım.
'Adisyon olmadan olmaz.' dedi. Gittim, adisyonu aldım. Ödemeye çalıştım, kasayı açamadı. 'Erkan Beeey, bakar mısınız?' diye haykırdı. Erkan Bey eliyle 'bir saniye' işareti yaptı ve bir dakika sonra gelip kasayı açtı.
Bozuk yokmuş!
Çay bu arkadaşım, çay ya! Bozuk nasıl olmaz bir kafede yahu? Beş lirayı bozamadılar.
İki dakika sonra bu büyük krizi de atlattık. Çıktım gittim kafeden.
Alışverişimi yapacağım yere girdim, almam gerekenleri aldım. Kasaya doğru ilerledim, kasiyer kız, arkamdaki kadını işaret edip 'Bayan, sizin eşyalarınız az,ilk önce sizinkini alıyım' dedi.
Ondan sonrasını hatırlamıyorum.
5 Kasım 2012 Pazartesi
KARŞILAŞTIRMA
Dİğer insanlarla karşılaştırılmak canımı çok sıkardı eskiden.
Sonra sonra farettim ki; aslında zamanla bağışıklık kazanmışım bu duruma. Hatta bağımlılık yapmış bünyemde 'karşılaştırılmak'.
Eskiden, hala da çok sevdiğim cakabomla, çocukluk arkadasımla karşılaştırırdı annem beni.
- Bak çakabona, ne kadar dışa dönük, sıcak kanlı. Sense insan içine girmiyorsun. Bir elinde soda, diğer elinde kumanda, göbeğini kaşıya kaşıya bütün gün televizyon karşısında yayıl!
Sen böyle devam et kızım, devam et sen böyle.
- Ahaha! Son cümlen çok komik ya, kelimelerin yerini değiştirdin sadece ahaha. (Böyle şeylere gülüyordum eskiden, asosyallik ne hale getirmiş beni.)
Sonraları, basketbol takımında beraber oynadığımız en evcimen takım arkadaşımla karşılaştırılmaya başladı annemn beni.
- Bak 5 numaraya, nasıl da anne-babasıyla iyi anlaşıyor, ne kadar tatlı dilli. Sen honoz!
(Honoz: bizim köyümüzde sıkça kullanılan bir söz. Suratsız anlamında.)
Bütün gün uyu sen kızım, uyu sen bütün gün.
-Ahaha! Kelimelerin yeri değişik sadece ahaha (Gerçekten tam bir salaklık buna gülmek.)
Gel zaman git zaman, pes etti annem. Beni diğer insanlarla karşılaştırmaya ömrünü adamış yegane insan da malulen emekli olduğunda, önce sevindim, sonra sıkıldım.
Hatta, şöyle bir muhabbet bile geçti aramızda.
-Anne ya, şey var ya, hani şeyin kızı ya. Hah! O işte! Üniversiteyi kazanamamıs. Ehehe! Ben kazandım ama değil mi anne?
- Her şey okumak değil kızım, okumak değil her şey, diye cevap verdi bana.
Baktım ki kimse beni, birileriyle karşılaştırmıyor; bu görevi ben devraldım.
Komşu bazında karşılaştırılabileceğim yaşıtım olmayınca, akrabalarıma kaydı gözüm.
Aile bağlarını olduğu gibi kabul etmeye programlandırıldığımdan onları da es geçtim.
Her dönem değişen arkadaş gruplarımdakilerin ise benim hayatımla uzaktan yakından bir ilgisi olmadığındanmıdır nedir, çabuk vazgeçtim.
Her genç kız gibi ben de ünlülere kafayı taktım sonraları. Şuram ona benziyo sanki, buram aynı onun gibi. Amuda kaltığımda, aynı o'yum he, gibi saçmalamaya başlayıp kendimi beğenmez olduğumda bir engelli vatandaşımızla karşılaştım. Çok şükür deyip elimi ayağımı çektim bu işlerden.
Karşılaştırılma arzusu artık dayanılmayacak düzeye geldiğinde, kendime yoğunlaştım.
Artık, bir gün öncesi ile bugünü karşılaştırmaya başlamıştım bile.
Geçen her gün, bir öncekinin fotokobisi olduğu için bundan da vazgeçmem pek zamanımı almadı açıkçası.
Şimdi Snoopy'nin başının etini yiyorum.
-Çizdiğim resim sanki eğitim almış birininki gibi di mi? Valla on numara bence. Kesin sence de öyledir, gibi muhabbetler geçiyor aramızda. Daha doğrusu ben konuşuyorum, onayı da kendim veriyorum.
Atık, Snoopy'nin sıtkı sıyrıldığından mıdır, nedir, çizdiğim resmi kapak fotoğrafı yapmış.
Ama bence, eğitim almış birisinin resmine benzediği için yapmıştır. Kesin öyledir,eheh :]
Sonra sonra farettim ki; aslında zamanla bağışıklık kazanmışım bu duruma. Hatta bağımlılık yapmış bünyemde 'karşılaştırılmak'.
Eskiden, hala da çok sevdiğim cakabomla, çocukluk arkadasımla karşılaştırırdı annem beni.
- Bak çakabona, ne kadar dışa dönük, sıcak kanlı. Sense insan içine girmiyorsun. Bir elinde soda, diğer elinde kumanda, göbeğini kaşıya kaşıya bütün gün televizyon karşısında yayıl!
Sen böyle devam et kızım, devam et sen böyle.
- Ahaha! Son cümlen çok komik ya, kelimelerin yerini değiştirdin sadece ahaha. (Böyle şeylere gülüyordum eskiden, asosyallik ne hale getirmiş beni.)
Sonraları, basketbol takımında beraber oynadığımız en evcimen takım arkadaşımla karşılaştırılmaya başladı annemn beni.
- Bak 5 numaraya, nasıl da anne-babasıyla iyi anlaşıyor, ne kadar tatlı dilli. Sen honoz!
(Honoz: bizim köyümüzde sıkça kullanılan bir söz. Suratsız anlamında.)
Bütün gün uyu sen kızım, uyu sen bütün gün.
-Ahaha! Kelimelerin yeri değişik sadece ahaha (Gerçekten tam bir salaklık buna gülmek.)
Gel zaman git zaman, pes etti annem. Beni diğer insanlarla karşılaştırmaya ömrünü adamış yegane insan da malulen emekli olduğunda, önce sevindim, sonra sıkıldım.
Hatta, şöyle bir muhabbet bile geçti aramızda.
-Anne ya, şey var ya, hani şeyin kızı ya. Hah! O işte! Üniversiteyi kazanamamıs. Ehehe! Ben kazandım ama değil mi anne?
- Her şey okumak değil kızım, okumak değil her şey, diye cevap verdi bana.
Baktım ki kimse beni, birileriyle karşılaştırmıyor; bu görevi ben devraldım.
Komşu bazında karşılaştırılabileceğim yaşıtım olmayınca, akrabalarıma kaydı gözüm.
Aile bağlarını olduğu gibi kabul etmeye programlandırıldığımdan onları da es geçtim.
Her dönem değişen arkadaş gruplarımdakilerin ise benim hayatımla uzaktan yakından bir ilgisi olmadığındanmıdır nedir, çabuk vazgeçtim.
Her genç kız gibi ben de ünlülere kafayı taktım sonraları. Şuram ona benziyo sanki, buram aynı onun gibi. Amuda kaltığımda, aynı o'yum he, gibi saçmalamaya başlayıp kendimi beğenmez olduğumda bir engelli vatandaşımızla karşılaştım. Çok şükür deyip elimi ayağımı çektim bu işlerden.
Karşılaştırılma arzusu artık dayanılmayacak düzeye geldiğinde, kendime yoğunlaştım.
Artık, bir gün öncesi ile bugünü karşılaştırmaya başlamıştım bile.
Geçen her gün, bir öncekinin fotokobisi olduğu için bundan da vazgeçmem pek zamanımı almadı açıkçası.
Şimdi Snoopy'nin başının etini yiyorum.
-Çizdiğim resim sanki eğitim almış birininki gibi di mi? Valla on numara bence. Kesin sence de öyledir, gibi muhabbetler geçiyor aramızda. Daha doğrusu ben konuşuyorum, onayı da kendim veriyorum.
Atık, Snoopy'nin sıtkı sıyrıldığından mıdır, nedir, çizdiğim resmi kapak fotoğrafı yapmış.
Ama bence, eğitim almış birisinin resmine benzediği için yapmıştır. Kesin öyledir,eheh :]
11 Ekim 2012 Perşembe
AYAKKABI
Ziyarete gittiğimiz apartman 3 katlıydı ve her katında da dünyaya yeni yeni melekler gelmişti.
Biz üçüncü katta, kapısı pembe tüllerle süslenmiş dairedeydik.
Biz ziyarete gittiğimizde diğer misafirler kalkmış olduğundan, bizden başka misafir yoktu.
O yüzden örneklendirmeyi, birinci kat üzerinden yapacağım :]
Biz üçüncü katta, kapısı pembe tüllerle süslenmiş dairedeydik.
Biz ziyarete gittiğimizde diğer misafirler kalkmış olduğundan, bizden başka misafir yoktu.
O yüzden örneklendirmeyi, birinci kat üzerinden yapacağım :]
İlk katta bulunan dairenin kapısının önü, çeşit çeşit ayakkabılarla dolup taşmıştı.
Kapının önündeki ayakkabılar, sahipleri hakkında oldukça tatmin edici bilgi verir bence.
Mesela gündüz vakti olmasına rağmen açık, topuklu ayakkabısını kapının önünde çıkaran kadının tırnakları kırmızı ojelidir.
Ya da, iki ayakkabı arasında bir adımdan fazla mesafe varsa, o ayakkabının sahibi muhtemelen tuvalete zor yetişmiştir.
Mesela gündüz vakti olmasına rağmen açık, topuklu ayakkabısını kapının önünde çıkaran kadının tırnakları kırmızı ojelidir.
Ya da, iki ayakkabı arasında bir adımdan fazla mesafe varsa, o ayakkabının sahibi muhtemelen tuvalete zor yetişmiştir.
Eğer; ayakkabılar topuklarına basılarak kullanılmışsa; ya bakkal ayakkabısıdır o ya da sahibi, bildiğin, krodur.
Dışarıda yağmur- çamur olmasına rağmen, ayakkabının üzerine sıçramış çamur yok veya çok az ise, ayakkabının sahibi aynı zamanda bir arabanın da sahibidir ve muhtemelen kapalı otoparkları tercih ediyordur.
Eğer; kapının önündekiler ayakkabı değil de, dolgu topuk terlik ise; o terliklerin sahibi kısa boylu ve tatlı dilli bir komşudur, ziyarete gelirken geçirivermiştir terliklerini, kalın çorap giydiği ayaklarına.
Eğer; kapının önünde converse görüyorsanız, anlayın ki o conversenin sahibi genç, ziyaretini oldukça kısa tutacak ve daha sonra arkadaşlarıyla buluşacaktır. Eğer; ekmek almak için bakkala çıktığınızda converselerin hala orada mevcut olduğunu görüyorsanız, converselerin sahibi genç, dünyaya yeni gelen meleğin teyzesidir, ablasıdır, halasıdır vs...
Cenaze evi ve ya hasta evi olmadığı sürece evinizin önündeki ayakkabı karmaşıklığı güzeldir.
Mesela; yaşınız küçükse, yaşıtlarınızla beraber ayakkabıları, annenizin isteği doğrultusunda dizersiniz.
Hangi ayakkabının kime ait olduğunu tahmin eder, her misafir ayrılırken, misafirin hangi ayakkabıyı giydiğini gözlemlersiniz. Tahmininiz tutunca sevinirsiniz falan.
Büyük ayakkabı tekiyle, küçük ayakkabı tekini dövmekle tehdit edersiniz.
Sürekli yanaklarınızı sıkan teyzenin ayakkabılarına, o ve en önemlisi anneniz görmeden tekme atarsınız. Sonra içinizden teyzeyi affedersiniz, gider ayakkabıyı alır yerine koyarsınız. İçiniz rahata ermiştir artık.
İçinde, titizlik, şans, tehlike, öfke, vicdan azabı duygularının geçtiği bu on dakikayı anneniz şu cümleleriyle tamamlar, 'Aaa! N'apıyorsun sen kapının önlerinde! Mikrop kapıcan kızım! Git arkadaşlarınla oyna!'
Arkadaşlarınızla oynarsınız.
Kıssadan hisse: 1.Yeni doğmuş bebekleri sevelim.
2. Annem haklı, ayakkabıları içeri alalım çünkü 25 yaşında olmanıza rağmen hala sizi öyle hatırlayanlar var, başka anı verememişim yazık vallahi :]
6 Ekim 2012 Cumartesi
TORUN
Dedem rahatsızlanıp riski oldukça yüksek olan ameliyatlardan yorgun ancak sapasağlam çıktığında sevinçten çıldırmıştık. Hastanede dönüşümlü olarak ben ve ailemin diğer fertleri kalıyordu.
Seksen küsür yaşında olan dedem, bir iki gün sonra artık tatsız şakalar yapacak duruma gelmişti bile.
Beyin ameliyatından çıktıktan sonraki ikinci gününde oldu anlatacağım olay.
Kafatasına açılan deliğe montelenen damar yeşili boruları kıpırdatmamaya çalışarak bana seslendi; beni yanına çağırdı ve 'Nerdeyiz biz?' diye sordu.
Endişelendim ve çatallaşan sesimle sorusunu 'Hastane odasındayız dede!' diye cevapladım.
'Hayır!' diye çıkıştı. 'Sen hastane odasındasın ama ben asansördeyim!' dedi.
Allah aşkına, böyle bir şey dese beyin ameliyatından çıkan birisi size, tepkiniz ne olurdu?
Benim tepkim, yeşilçama taş çıkartan cinstendi.
'Hem-şireeeaa!' diye kapıya doğru böğürdüm. Nefesimin hızlandığını hissediyordum. Sonra..
'Fıh fıh fıh!' diye bir ses duydum, dedeme dönüp baktığımda gülmekten kıpkırmızı olmuştu.
Şakaya bakar mısınız?
İşte, biraz sitem ettim, bir daha böyle şakalar yaparsa, vallahi de billahi de giderim diye tehdit ettim, anlaştık.
Biraz zaman geçtikten sonra, iş yerimde yaşadığım ufak tefek problemlerden bahsettim, bana tavsiyelerde bulunmasını istedim.
İş, tavsiyeleri geçip Hollanda'da yaşadığı işçilik hayatına doğru uzandı. Dedem anlattıkça yaşıyor, yaşadıkça anlatıyordu. Ağzım açık dinledim. Dedem anlatırken sanki ben de onunla birlikte oradaymış gibiydim.
Onu kızdıran insanlara ben de sinirleniyordum. Dedem, onlara ağzının payını verince bende de bir rahatlama oluyordu. Yaşıyordum yani birebir.
Bu arada, dedem mükemmel bir anlatıcıdır. O'na çektiğimiz söylenir. :]
Sadece dedemle değil, hemen hemen bütün yaşlı insanlarla iyi anlaşırım ben. Geçmişlerini ölesiye merak ederim.
Peki ya ben? Eğer ölmez de, 75-80 yaşına kadar yaşarsam?
Benim de hayatımı merak eden torunlarım olacak mı?
Merak etseler dahi, ne anlatacağım ki onlara?
Ne yaşadım, ne yaşayabilirim ki?
Zaman gösterecek bunları diyerek sonlandırıyorum ama siz de bir düşünün bunu.
Seksen küsür yaşında olan dedem, bir iki gün sonra artık tatsız şakalar yapacak duruma gelmişti bile.
Beyin ameliyatından çıktıktan sonraki ikinci gününde oldu anlatacağım olay.
Kafatasına açılan deliğe montelenen damar yeşili boruları kıpırdatmamaya çalışarak bana seslendi; beni yanına çağırdı ve 'Nerdeyiz biz?' diye sordu.
Endişelendim ve çatallaşan sesimle sorusunu 'Hastane odasındayız dede!' diye cevapladım.
'Hayır!' diye çıkıştı. 'Sen hastane odasındasın ama ben asansördeyim!' dedi.
Allah aşkına, böyle bir şey dese beyin ameliyatından çıkan birisi size, tepkiniz ne olurdu?
Benim tepkim, yeşilçama taş çıkartan cinstendi.
'Hem-şireeeaa!' diye kapıya doğru böğürdüm. Nefesimin hızlandığını hissediyordum. Sonra..
'Fıh fıh fıh!' diye bir ses duydum, dedeme dönüp baktığımda gülmekten kıpkırmızı olmuştu.
Şakaya bakar mısınız?
İşte, biraz sitem ettim, bir daha böyle şakalar yaparsa, vallahi de billahi de giderim diye tehdit ettim, anlaştık.
Biraz zaman geçtikten sonra, iş yerimde yaşadığım ufak tefek problemlerden bahsettim, bana tavsiyelerde bulunmasını istedim.
İş, tavsiyeleri geçip Hollanda'da yaşadığı işçilik hayatına doğru uzandı. Dedem anlattıkça yaşıyor, yaşadıkça anlatıyordu. Ağzım açık dinledim. Dedem anlatırken sanki ben de onunla birlikte oradaymış gibiydim.
Onu kızdıran insanlara ben de sinirleniyordum. Dedem, onlara ağzının payını verince bende de bir rahatlama oluyordu. Yaşıyordum yani birebir.
Bu arada, dedem mükemmel bir anlatıcıdır. O'na çektiğimiz söylenir. :]
Sadece dedemle değil, hemen hemen bütün yaşlı insanlarla iyi anlaşırım ben. Geçmişlerini ölesiye merak ederim.
Peki ya ben? Eğer ölmez de, 75-80 yaşına kadar yaşarsam?
Benim de hayatımı merak eden torunlarım olacak mı?
Merak etseler dahi, ne anlatacağım ki onlara?
Ne yaşadım, ne yaşayabilirim ki?
Zaman gösterecek bunları diyerek sonlandırıyorum ama siz de bir düşünün bunu.
1 Ekim 2012 Pazartesi
İKİ BUÇUK KAT
Bulutlara, işaret parmağıyla dokunmaya çalışan çocuk eli misali gökyüzüne uzanan, benim de incelemeye doyamadığım, İzmit'in bir elin parmak sayısını geçmeyen tarihi eserlerinden olan 'saat kulesi'ndeydik Snoopy'le beraber.
Saat kulesindeki kafelerde pek yiyecek çeşidi olmadığından çarşıya inelim,dedik.
Onu mu yiyelim, bunu mu yiyelim diye, hemen hemen her gün yaşadığımız kararsızlığa,sınırlı sayıda fast-food seçeneklerini tekrar tekrar gözden geçirerek son vermeye çalışırken merdivenlerden iniyorduk ki ufak kızı gördüm.
Biz merdivenlerden inerken merdivenin bize göre sol tarafindan yukarı çıkıyordu, annesi ve ufak kızı.
Ufak kız sanırım;'kel doğan'lardandi.
Saçları uzamamış, ufaklığin başı yer yer açık sarı, saç demeye bin şahit lazım, tüylerle kaplıydı. Ailesine surekli 'Ayy çok tatlı, kız mı, erkek mi?' sorulduğunu tahmin etmek pek de güç değildi. Bu yüzdendir ki, ufak kızın kıyafetlerinde bir pembe enflasyonu vardı.
Kız çocuğu olduğu belli olsun diye, yaşına girmeden kulaklarının deldirildiği de aşikardı.
Ufak kız, merdivenleri, annesinin göz hapsinde, yardımsız, tek başına,sabır zorlayan bir yavaşlıkla, her basamağa iki ayağını birden basarak kendinden emin bir şekilde ilerliyordu. Annesi, ufak kızının arkasında, ayağına dolanan pardesüyü tek eliyle dizlerinin biraz altina kadar toplamış vaziyette takipteyken bir anda kızını koltuk altlarından yakalayıp son basamağa kadar hızlı hızlı çıkardı.
Şimdiiii, şöyle bir düşünce aldı beni. Ufak kızın kaldırıdığı yükseklik, boyunun neredeyse iki buçuk katıydı.
Hiç beklemediği bir anda kendini havada buldu.
Kendimi onun yerine koydum.
Merdivenlerden çıkarken birden birinin beni koltuk altlarimdan tutup boyumun iki buçuk katı yüksekliğe kaldırıldığını düşündüm.
Afedersiniz, bu durumda ödüm b.kuma karışırdı benim.
Dürüm yedik o gün :] Sonunu bağlayamadım, özür :]
Saat kulesindeki kafelerde pek yiyecek çeşidi olmadığından çarşıya inelim,dedik.
Onu mu yiyelim, bunu mu yiyelim diye, hemen hemen her gün yaşadığımız kararsızlığa,sınırlı sayıda fast-food seçeneklerini tekrar tekrar gözden geçirerek son vermeye çalışırken merdivenlerden iniyorduk ki ufak kızı gördüm.
Biz merdivenlerden inerken merdivenin bize göre sol tarafindan yukarı çıkıyordu, annesi ve ufak kızı.
Ufak kız sanırım;'kel doğan'lardandi.
Saçları uzamamış, ufaklığin başı yer yer açık sarı, saç demeye bin şahit lazım, tüylerle kaplıydı. Ailesine surekli 'Ayy çok tatlı, kız mı, erkek mi?' sorulduğunu tahmin etmek pek de güç değildi. Bu yüzdendir ki, ufak kızın kıyafetlerinde bir pembe enflasyonu vardı.
Kız çocuğu olduğu belli olsun diye, yaşına girmeden kulaklarının deldirildiği de aşikardı.
Ufak kız, merdivenleri, annesinin göz hapsinde, yardımsız, tek başına,sabır zorlayan bir yavaşlıkla, her basamağa iki ayağını birden basarak kendinden emin bir şekilde ilerliyordu. Annesi, ufak kızının arkasında, ayağına dolanan pardesüyü tek eliyle dizlerinin biraz altina kadar toplamış vaziyette takipteyken bir anda kızını koltuk altlarından yakalayıp son basamağa kadar hızlı hızlı çıkardı.
Şimdiiii, şöyle bir düşünce aldı beni. Ufak kızın kaldırıdığı yükseklik, boyunun neredeyse iki buçuk katıydı.
Hiç beklemediği bir anda kendini havada buldu.
Kendimi onun yerine koydum.
Merdivenlerden çıkarken birden birinin beni koltuk altlarimdan tutup boyumun iki buçuk katı yüksekliğe kaldırıldığını düşündüm.
Afedersiniz, bu durumda ödüm b.kuma karışırdı benim.
Dürüm yedik o gün :] Sonunu bağlayamadım, özür :]
27 Eylül 2012 Perşembe
ÇAY
Sizi görünce açılan, siz gözden kabolunca da kapanan alışveriş merkezi kapısından geçer geçmez, hava perdesi üfleyiverdi tepemizden.
Hoşuma gitmiyor bu durum.
Böyle düşünmemin ya da hissetmemin altında yatan sebep; hemen hemen her gün otobüslerde yaşadığım durumlar olmalı.
Otobüslerde yer bulup da oturabilidiğim günlerde, esnerken ağzını kapatması gerektiğini bilmeyen ve arka koltuğumda oturan yolcular(genelde tombul, terli, orta yaşlı kadınlar oluyor bunlar) sıcak hava dalgalarını enseme enseme üflüyorlar. Arkamı dönüp bir şey de diyemiyorum; arkama bakmadan derin bir 'oofff' çekip aklımca, kadına trip atıyorum. Tribimi hisseden tombul, terli kadın altta kalmıyor; hafif bir şekilde yerinde hoplarken 'blug' diye bir ses çıkarıp zavallı enseme lahmacun kokularını 'ssss' diye üfleyiveriyor.(geğiriyor yani)
Ondan sonra da ben 'sinirli insan' olyorum. Ollo Ollo yoo.. :]
Neyse alışveriş merkezi diyordum.
Alışveriş merkezlerine girdiğimizde bizi pek de güleryüzlü olmayan güvenlik görevlisi karşıladı ve tüm gün kurmak zorunda olduğu cümlenin yarısını henüz tamamlayamamışken (''Hanımefendi çantanızı bırakıp geçiyorsunuz.'') ben durumu anlayıp çantamı telefonumu falan bırakıverdim onun yanına.
Bak mesela, bayan olmanın zorluklarından biri de bu. Güvenlik kontrollerinde harcadığımız zaman erkeklere nispeten daha fazla.
Mesela benim Snoopy'im güvenlik kontrolünden, sahilde gezintiye çıkmış gibi geçip giderken ben orada çantamı çıkarmaya ve bunu yaparken de çantamın kolunu, küpeme taktırmamaya çalışıyorum.
Neyse, alışveriş merkezinin güvenliğinden bahsediyorduk.
Bir-iki saniye sonra, bütün malımı mülkümü bırakıp kontrolden geçmeme rağmen cihazın sesiyle irkiliyorum, güvenlik görevlisi ise pek sallamıyor cihazdan gelen 'bip' sesini, çantamı uzatıyor bana, alıyorum çantamı takıyorum omzuma, Snoopy tebessüm ediyor, bende göz kırpıyorum.
Bir çay içeyim ben devam ederiz sonra..
Hoşuma gitmiyor bu durum.
Böyle düşünmemin ya da hissetmemin altında yatan sebep; hemen hemen her gün otobüslerde yaşadığım durumlar olmalı.
Otobüslerde yer bulup da oturabilidiğim günlerde, esnerken ağzını kapatması gerektiğini bilmeyen ve arka koltuğumda oturan yolcular(genelde tombul, terli, orta yaşlı kadınlar oluyor bunlar) sıcak hava dalgalarını enseme enseme üflüyorlar. Arkamı dönüp bir şey de diyemiyorum; arkama bakmadan derin bir 'oofff' çekip aklımca, kadına trip atıyorum. Tribimi hisseden tombul, terli kadın altta kalmıyor; hafif bir şekilde yerinde hoplarken 'blug' diye bir ses çıkarıp zavallı enseme lahmacun kokularını 'ssss' diye üfleyiveriyor.(geğiriyor yani)
Ondan sonra da ben 'sinirli insan' olyorum. Ollo Ollo yoo.. :]
Neyse alışveriş merkezi diyordum.
Alışveriş merkezlerine girdiğimizde bizi pek de güleryüzlü olmayan güvenlik görevlisi karşıladı ve tüm gün kurmak zorunda olduğu cümlenin yarısını henüz tamamlayamamışken (''Hanımefendi çantanızı bırakıp geçiyorsunuz.'') ben durumu anlayıp çantamı telefonumu falan bırakıverdim onun yanına.
Bak mesela, bayan olmanın zorluklarından biri de bu. Güvenlik kontrollerinde harcadığımız zaman erkeklere nispeten daha fazla.
Mesela benim Snoopy'im güvenlik kontrolünden, sahilde gezintiye çıkmış gibi geçip giderken ben orada çantamı çıkarmaya ve bunu yaparken de çantamın kolunu, küpeme taktırmamaya çalışıyorum.
Neyse, alışveriş merkezinin güvenliğinden bahsediyorduk.
Bir-iki saniye sonra, bütün malımı mülkümü bırakıp kontrolden geçmeme rağmen cihazın sesiyle irkiliyorum, güvenlik görevlisi ise pek sallamıyor cihazdan gelen 'bip' sesini, çantamı uzatıyor bana, alıyorum çantamı takıyorum omzuma, Snoopy tebessüm ediyor, bende göz kırpıyorum.
Bir çay içeyim ben devam ederiz sonra..
23 Eylül 2012 Pazar
TEYZEMİN KIZI
'Uğurkan Beeey, teyzemin kızı sizi çok seviyor, sizi öpmemi istedi!' dedi, on dakika sonra yarışmadan elenecek rüküş kadın.
Uğukan Bey, inanılmaz derecede kötü ses tonuyla,tınlamasıyla 'Tabiyki tabiyki' diye cevap verdi.
On dakika sonra elenecek rüküş kadın ve Uğurkan Bey karşılıklı kahkaha atıp, yanaklarını tokuşturup iki kere havaya 'mucuk' diye öpücük gönderdiler.
Yürüyüş testini geçtikten sonra, 'uğurlu ayna' diye tabir edilen yere geçip bir şeyler söyledi on dakika sonra elenecek rüküş kadın.
'Yarışmacı arkadaşlara başarılar diliyorum, hak eden kazanmalı bence, bir de Uğurkan Beeey, benim küçük kızım Sıla sizi çok seviyor bir el sallarsanız..' diye bir istekte bulundu rüküş kadın.
'Ha-hay tabiyki tabiyki..Sı-la! Sı-la! Annen gidecek moda avcılarının yanına bakalım finalde bizimle kalabilecek mi, eveeet, Sıla'ya tekrar öpücük gönderiyoruz, Sı-la! Sı-la!' dedi Uğurkan Bey bir yandan olabildiğince sevimli ve alçak gönüllü davranmaya çalışarak.
Aynı kadın, podyumdayken birkaç kişinin isteği üzerine(!) jüri üyelerini de öptü, sarıldı, kokladı, el sallattırdı.
Yemin ederim şiştim.Ben öpmek istiyorum diyemedi bir türlü kadın, araya sürekli bir akrabasını soktu, iş mülakatındaymışcasına.
Bence öyle bir teyze kızı yok, hayal ürünü, ha varsa da, öyle bir isteği yoktur yani.Kızı Sıla'nın durumuna gelince afedersiniz şeyinde bile değildir o yaşlı adam, Sıla'nın.
Hayal dahi edemiyorum, teyzelerimden birinin o yarışmaya katılıp 'Yeğenim Rezzan sizi çok seviyor Uğurkan Bey, bi el sallasanız, sevinsin garibim televizyon başında' dediğini. Yemin ediyorum o anda silerim, teyzem meyzem dinlemem
Hele hele Uğurkan Erez'in o sesiyle 'Hay hay! Rez-zan! Rez-zan! Sevgilerimizi sunuyoruz sana uğurlu odadan!' dediğini tahayyül edemiyorum, edemem!
Aslında bu moda yarışmaları ile ilgili yazı-mazı yazmayacağıma dair kendime söz vermiştim ama oldu işte bir kere. Madem öyle o zaman kıssadan hisse ile kapatalım.
Kendi isteğinizi, kabul edilmeyeceğinden korkup, başkaları öyle istiyor diye gösterip saçmalamayın. Sıla'ya yüklenmeyin, ayıptır, yazıktır.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)