28 Haziran 2012 Perşembe

BİREBİR

Google ablaya sordum: 'Akciğer rahatsızlıklarına iyi gelen bitkiler.......'
 Henüz sözüm bitmeden leb demeden leblebiyi anlayıp sonuçları bir bir gösterdi.

Andız otu, zerdeçal vs..  
Kağıda yazsam mı acaba, diye düşündüm, bilgisyarın kenarındaki kalemi aldım, yazmıyordu.
Çok kalemim var, herbiri birbirinden nazlı, 'hooh' luyorum bana mısın demiyor.
Zor geldi, başka kalem almak için odama gitmek, 'Tutarım yeaa aklımda' dedim.

Evimin yakınlarında bir yere gideceksem, kısa süreliğine, en dandik eşofmanlarımı giyerim. Yine öyle yaptım zaten. Hayır, karşılaşırsak bilin diye.

Aktarlarla pek haşır neşir olmadığımdan, yerini bilmiyordum, esnafa sorayım dedim.
Bir fırına girdim.
Meslek aşkıyla yanıp tutuşanların beni bulması da tatlı bir tesadüf tabi.

'Ee şeyy.. ak..' derken, sıraladı bey amca: ' He-hey! yeni çıktı fırından taze taze, veriyim mi kızım?' 

Çok neşeli bir adamdı, 'he-hey' falan.. Kesmedim sözünü. Dinledim; kibar tebessümümle.

Cümlesi bittiğinde acı gerçeği yapıştırdım. ;' ya ben aslında aktar var mı buralarda diye soracaktım.'

'He-hey! karşıda hemen kızım' dedi. 

Teşekkür ettim, sonra da salak bir söz verdim. 'Ben gideyim aktara, alırım ekmek'. Almadım. He-hey! 

Neyse, aktarda yaşlı bir çift vardı. Adam sigarasını yakmış, haberleri izliyordu. Beni iplemedi ':Merhaba!' diye ciyakladığımda.

Yaşlı kadın, biraz tripli, 'Ne veriyim kızım!' dedi. 
'Hah!' dedim. Yine tartışma üzerine geldim. [ kızım sana söylüyorum; kocam sen anla]

Dedim ki; 'Akciğer rahatsızlıkları için şifalı bitkiler alacaktım'
Yaşlı kadın baktı boş boş..
İste ben google ı bu yüzden seviyorum. Yazılan ilk harften başlıyor tahminlere.

Yaşlı kadın; konuyla çok alakalı bir soru sordu:

^^Kime alcan?^^

Te Allahım, sanane...

'Bi- bir arkadaşa şeyetcektim' dedim bende.
'Arınç otu varmış' dedim. Yaşlı adam güldü, espiriyi patlattı. 'Bülent olan mı? hehe- fıh fıh, kıh- kıh öhö öhö öhö ayyy öhö öhö'

Hastayım gülmesini balgamlı öksürükle bitirenlere. 

Balgam demişken, Tavandan aşağıya sarkan tüm yuvarlak kağıtların üzerinde 'balgama birebir' ne bileyim ' balgam söktürücü'  falan yazıyor. Yaşlı kadın yazmıştır büyük ihtimal.

Bu arada; 'birebir' lafı en çok aktarlarda kullanılırmış.

'Bu ne işe yarar?' diyorum. 'Balgama birebir!' diyor yaşlı kadın 
'Peki bu?' 
'Balgam söktürücü! Birebir!'
    
Sabah sabah midem bulandı vallahi. 

Sonuç olarak, aldım andız pekmezini ve zerdeçal macununu. Balgama birebirmiş. :)


------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Umarım iyi gelir, kaytan bıyıklı snoopy :) İyi ol istiyorum, çok iyi ol :)

27 Haziran 2012 Çarşamba

DÜŞmez, ŞAŞmaz ŞAŞar, BEŞer

Düştüm...!
Yolun karşı tarafına geçmek için, trafik lambası kırmızı ışığının altında konuşlanmış yeşil ışığın yanmasını bekliyordum -ki, yeşil ışık tüm zerafetiyle beni ve diğer insanları kendine davet etti. Kulağımda Rihanna'nın "we found love" şarkısı, içim dans ede ede yürürken, Katarina Witt gibi artistik patinaj çekip, Anna Pavlova gibi spagat'ımsı bir hareket yapıp, tüm bunları yaparken de Maria Sharapova gibi "aaeeğğğğhhh" sesi çıkardım..!
Gösterimi, 34 ** 9952 aracın içindeki güzel suratlı şoför arkadaşımın sağ el başparmağıyla "ok!" işareti yaparak onaylaması ve "Aaa!, ayyy! hoppaaa!" nidalarıyla beni yalnız bırakmayan yol arkadaşlarımın desteklemeleri neticesinde, bilinçaltımdan üstüne 'ani' bir hareketle çıkan -reverans yapma isteği-mi gerçekleştirip, yoluma devam ettim.

*Anatomik olarak bacaklar gövdeye kemik köprüler ile bağlanmıştır. Düşme esnasında bu durumdan en çok etkilenen popomuzdur..! :)

TAYT (tight) & POSTİŞ


Tayt (tight); 40 yaş ve 95cm popo üstü kadınlarda bir garip duran, güzel vücutlu bir kadın giydiğinde 100 kaplan gücünde olan, popo görme/gösterme arz talebinin sonucu dizayn edilen giysidir.

Postiş; Bayanların saçlarını uzun göstermek için kafalarına taktıkları 'başkasının saçı' yada 'imitasyon kıl'dır. Bunu alıp kafaya takmaya karar verdiğinizde, saçın arkasının en ortasına 1 tutam tutturulduğunda saç uzamış olmuyor...! Çamaşır sepetinden 1 çorap sarkıyor gibi oluyor, karşıma çıkınca böyle 1 görsel karmaşa, benim de tutup çekesim geliyor..!

Taytımızı (tightimizi) giyelim postişimizi takalım salım salım salınıp süzüm süzüm süzünelim :)

BÜYÜ'me...!

Büyüyememek, masalları bırakamamaktır.
Büyüyememek, yaşın çift haneli rakamlara ulaşırken, ruh halinin tek haneli rakamlarda takılıp kalmasıdır.
Büyüyememek, mutluluklarla, hüzünlerle ilk kez karşılaşıyormuş gibi yaşamı içine çekerek yaşamaktır.
Büyüyememek, yapılan hataları yada benzerlerini fütursuzca yeniden yapabilmektir. 
Büyüyememek, rüzgarı yüzünde hissederek koşmaktır.
Ben büyüyünce Çocuk olacağım.

SAKIZ, ÇİKLET yada CİKLET

Ulusa sesleniş ; Topluluk içinde cıklata cıklata, ağzımızı yaya yaya sakız çiğnemeyelim! Kişi için eğlenceli olabilir ama çevre için rahatsızlık verici. Ağzında sakız olan kişi, hayatın anlamını, az sonraki toplantısını, yarın ki sınavını, sevgilisinin onu terk ettiğini vs vs düşünmüyor gibi..! Kaygısız.. 
Kendinden geçmişcesine sakız çiğnendiğinde şakak kasları gelişip, oynaklaşıyor ve çiğneyen kişinin solungaçları çıkmış gibi oluyor. Bi de sakız çiğnerken ağlanmıyor! Gördüm, ağlarken çiğnemeyi bırakmak zorunda kaldı :) 

ÇOKTAN SEÇMELİ ALGILAR

Türkçe’mizin elastikiyetli yapısından dolayı sıklıkla yaşanan lafı g*tünden anlama durumu aslında dilimizin ne kadar geniş ve bol seçenekli bir dil olduğunun kanıtı :) Benim söylediğimi, karşımdakinin beynini kullanarak anlamaya çalışmak yerine, omurilik soğanına yerleşke kurmuş şartlı refleksleriyle davranarak anlamaya çalışması, algıda seçicilik değil, algıda s*çıcılıktır...! Yanlış anlaşılmalar, paralel evrenlerin en ciciş kapıları, g*tünden anlamalar ise kişileri değil paralelindekine, badozlama karşı yoldaki kapıya saptırıyor. Çok rengarenk bir durum :)

UTANMA! UTANDIRMA! ;)

Herkes kendisi üzerine yapılan övgüler karşısında biraz çaresizdir. Bazı bünyelere doğrultulmuş en büyük silahtır ‘iltifat’. 


*Kimisi (alışkın olanlar) ; Egosunun usul usul okşanması nedeniyle durulup başka bir boyuta geçerken, pası alır hoop! yere inmeden potaya basar. “Ay ay! teşekkür ederim o sizin güzelliğiniz/başarınız/sevecenliğiniz”, “ehem! aman efendim ne demek” vs. 


*Kimisi (alışkın olmayanlar) ; Yapılan iltifat karşısında diyecek laf bulamayıp, lafa kaldığı yerden devam eder, alakasız başka bir konuya geçer yada “hı hıı!” gibi basit bir cevapla garip tepkiler verir.

*Kimisi (kendini sevmeyen, iltifatın varlığından bir haber olanlar) ; Kişi kendiyle pek barışık değildir, hep kendinde kusur bulur… Ama biri ona iltifat edince eli ayağına dolaşır, ne olduğunu şaşırır “yok canım abart-abartıyorsun, o senin şaa-şaaneliğin” vs. gibi cümlelerle kontrolden çıkan durumu bazı denemelerle toparlamaya çalışır.

Ben, iltifat etmeyi de iltifat karşılamayı da beceremem hödük gibi bakar, manasızca sırıtırım, içim bir tuhaf olur, ayy! çok utanırım :)

KOKU'ş KOKU'ş


Belediye otobüsü ve minibüs 2012 yaz sezonu “ter kokusu” modası geçen hafta itibariyle yaygınlaşarak başlamış bulunmaktadır. Kendisini “ten” kokusuyla karıştırmamak lazım. Her insanin kendine has, sahip olduğu özelliklerden biridir ten kokusu. Kişi eğer uzun süre yıkanmamış ya da kirli değilse güzel bile olabilecek bir kokudur. Ülkemizin Müslüman olmasından hareketle, temizliğin imandan geldiği dinimizde ter kokmak tezat bir durumdur. Herkes şartlar ve imkanlar dahilinde yaşar. Ancak yıkanmak denen şeyi çok sık tercih etmedikleri için ve tüketilen yiyecek maddelerine göre evrim geçirip üreyen bakteri, “ter kokusu” olarak erkek, kadın, çoluk-çocukta vücut bulur.

*Belediye otobüsünde yanınızda kollarını kaldırmış vaziyette ayakta duran insan :
Ter kokusu değilmişte 404 yada pritt yemiş/yutmuş gibi esanslıdır ve burnuna bıçak sokuluyormuş hissiyle bütünleşerek, yaşama sevincini alan “ter kokusu”dur.

*Spor salonlarındaki düşüncesiz ve anti-medeni insan :
Gün içinde sarımsaklı ya da soğanlı besinler tüketerek, çalıştığı aletlerde, ve geçtiği her yerde hare hare bıraktığı, tanımlara sığmayan, konfüze edici, şok etkisi yaratan “ter kokusu”dur.

*Restoranlarda yemeği getiren garson :
Ter kokusu üzerine, kamufle amaçlı bolca deodorant sıkarak kimyasal silah etkisi yaratan, kişiden önce koştura koştura gelen, kolunu masaya doğru uzatmasıyla anoreksiyaya heveslendiren “ter kokusu”dur.

Parfüm şişesini üzerine boşaltanlar da nazarımda eşdeğerdedir. Bu vb. durumlara kısa süreli maruz kalındığında yoğurt ve ayranla atlatılabilinir. Uzun süreli maruz kalındığında serum tedavisi önerilebilinir :)
 

TOPUKLU AYAKKABI

Aaah! Topuklu Ayakkabı… ;)
Sahip olduğun adet ve renk seçeneği çoğaldıkça insanın içine mutluluk hormonu salgılatır. Çoğu zaman giymekten kaçınılsa da ayakkabı kutusunda/dolabında var olduklarını bilmek bile mutluluk verir. Çeşit çeşit, bol bol, renk renk olsun istenir. Kendisini geçtim sesi bile güzeldir. Mesela parke veya parke tarzı yerlerde bi yürürsün tok! tok! took! diye aşksal ritim tutturur bünyeye. Güzelliğinin yanı sıra dezavantajları da vardır. Ulaşım sorunu yaşanılabilecek durumlarda 5-10 yara bandıyla giyilmemelidir. Giyildiğinde yokuş yukarı-yokuş aşağı inilip-çıkılmamalıdır. Özellikle yokuş aşağı inerken vücuttan adrenalin çağıl çağıl çağlar. Kadınların mazoşist yanını açığa çıkarır. Bazen garip yürütür paytak paytak ama işi biliyorsan da ceylan gibi sektirir. Yani kadını rezil de eder vezir de :) Güne güzel başlayan ayaklarınız akşama şişmiş davul gibi olur ama o kadar güzellerdir ki umursamazsın:)
*Uzun ve sütun bacaklarla eşleşince voltranı oluşturur*

1 RUJ, 1 RİMEL, 1 ALLIK, 1 BİŞEY...


Güzel 1 kadını bazen çirkin, çirkin 1 kadını da bazen güzel gösterebilen, yapması (mecbur olunmayan durumlarda) keyifli, temizlemesi eziyet olan ve yine temizlemek için ödediğimiz paranın, yapmak için ödediğimiz paradan çok daha fazlası olan, hırsa bürünüp 1 erkeğe yapıldığında bile mucizevi 1 şekilde güzel 1 kadın haline dönüştüren, karıncalı olan her görüntüyü full hd yapan, insanı canlı gösteren, yapılmadığı durumlarda “aa!hasta mısın? nen var?” dedirten görsel sanat aktivitesine makyaj denir.
Evet doğallık güzeldir ama makyajda layığıyla yapılmalıdır.. "Önemli olan iç güzelliği" ise külliyen yalandır..! :)

C.TAZ-1

Avcunun içindeki soğumaya yüz tutmuş kahve kupasını, sıcaklığını hissetmek için sıkmaya başladı; onu görebilmek için gözlerini  sıkıca kapadığında.

Kahvenin, karnındaki derin kara deliği yamamayacağını anladığında, bir kaç kadeh içmeye karar verdi.
Gardrobuna doğru yürüdü. İtinayla katlanmış maslahını bir çırpıda üzerine geçiriverdi.
Kirden buğulanmış boy aynasına baktı. Düşündü.

 Kulağına uç kere tekerrür edilen adından daha çok tiryakisi olmuştu maslahinin. Adı/ sanı kimin umrundaydi ki zaten, baskalarına bakarak resmettigi maslahinin yanında .


Başını, biraz önce kalktığı, pencerinin kenarındaki koltuğa doğru çevirdiğinde, telefonun ışığının yanıp söndüğünü gördü.

Ekranda, 'Kapıdayım' yazıyordu.

Minik minik iğnelerin vücuduna işkence etmesine alıştığından hiç bir mimiği buna tepki vermedi.

Ayaklarını sürüye sürüye kapıya doğru ilerledi. 
Kapıyı açtığında onun oluk oluk kibir akan kahverengi, çekik gözlerini gördü.
Ağzı o kadar kurumuştu ki; onu, içeriye sözleriyle değil; beden diliyle davet etti.

O, biraz önce kalktığı pencerinin kenarındaki koltuğa atmıştı bile kendini. 
İsyan dolu sözleri odaya yayılmaya başladığında, onunla geçirdiği zamanları düşünmeye başladı. 

Dinlemediği anlaşılmasın diye başını ritmik hareketlerle aşağı yukarı sallamayı da ihmal etmedi.

 Artık, bayatlamisti sabri, kaç kere söylemişti halbuki "ağzını sıkı sıkı kapat" diye. Ufaladi önce avcunun icine, bayat sabırla besledi onun dinmek bilmeyen kendini begenmisligini.


Tüm bu düşüncelerden sıyrıldığında, maslahı konuşmaya başladı:
^^Sus/ düşünme/ dikkat etme/ odaklanma/ duyma/ görme/ hatırlama/ kovalama/ bekleme/ hiç bir yere gitme- hiç bir yerden dönme/ aldığın kararları yavaş yavaş yere bırak ve arkana yaslan derin derin nefes al/ endişelenme gecti tatlım gecti, bitti gitti.^^

 




 

26 Haziran 2012 Salı

DER-TOP



Farkettim ki hava sımsıcak olduğundan beri hareketlerimde daha ekonomik davranmaya başladım..!
Yemek yapmaya üşenip 3 öğünü tek öğünde hallediyorum, açlıktan ölecek gibi olup biri gelip birşeyler hazırlar mı acaba diye bir mucize bekliyorum, kimse gelmiyor yemek yemiyorum. Işığı kapatmak için çoraplarımı yada yakınımda ki kelebek tokamı düğmeye atıp denk getirmeye çalışıyorum, denk gelmezse ışığı açık bırakıyorum ama sıklıkla denk getiriyorum. Yataktan yada oturduğum yerden kalkıp harekete geçmek için 5-10-15-..? dakika oyalanıyorum ve bazen yapacağım şeyden vazgeçiyorum. Çamaşırları asmamak için yıkamıyorum, yıkanmış çamaşırları ütülememek için toplamıyorum. Sıksık susamayayım diye tek seferde 3 bardak su içiyorum, sonra çişim gelmesin diye dua ediyorum. Üşenmek eylemine gönülden bağlıyım.
Derlenmeliyim, kısmet! :)

YAZ SICAKLARI ve ESAMELERİ

Bugün havanın sıcak olmasıyla birlikte görülen sokak hareketleri:
Güneş tepede nazlı nazlı yakmaktadır, uzun ve açık saçlarla gezen kişi ensesine sürtünerek ona yarenlik eden, yaz gecesi yün battaniye örtünmüş hissi veren saç-ense entegrasyonuyla salınırken, 1 an gelir, el tokaya gider, saç belinden kavrandığı gibi, tokanın kollarına bırakılır. İşte o andan sonra kişinin sıfatında, kurak sahaya sağanak yağmur yağmış gibi, sıcak havada şemsiye altında takılan amcalar/teyzeler gibi 1 ferahlık hasıl olur. Bünyeyi nasıl ağırlıklar altında ezdiğini anlayan 'toplanmış saç' ve açılan 'ense kökü' huzur dolu his dalgalarıyla salına salına yoluna devam eder, gider gider gider :)





25 Haziran 2012 Pazartesi

Çanlar Suriye için çalıyor

            Evet biraz eskilere dönelim I.ci Dünya savaşının başlarında Almanyanın Osmanlıyı resmi olarak savaşın içine çekmeye çalıştığı o dönemlere. Hepimiz Yavuz ve Midilli isimli hafif zırhlı gemileri hatırlarız yada bilinen adlarıyla Goeben ve Breslau. Bu gemiler Çanakkaleden Osmanlı sularına girmiş ve daha sonra Osmanlı bu gemileri satın aldığını açıklayarak isimlerini Yavuz ve Midilli olarak değiştirmiştir. Sonrasında o gemiler karadenizde bulunan Sivastopol limanlarını bombalayarak Osmanlıyı savaşın içine çekmişlerdir.
           Bugün ise Arap baharı diye başlayan Ortadoğunun yeniden şekillenmesinin önünde 2 tane büyük engel kalmıştır. Bunlardan bir tanesi İran diğer ise Suriyedir. Her ne kadar Nato, Birleşmiş Milletler ve ABD yada sanırım bunlara kısaca itilaf devletleri demek daha doğru olacak, Suriyedeki isyancılara her türlü yardımı yapmalarına rağmen Suriyedeki isyancılar Mısırda yada Libyadaki kadar yetenekli olamadığından bir türlü başarılı olamamıştır. Geriye tek bir seçenek kalıyordur o da bu ülkeye direk bir savaş açılması için bir ülkenin kurban seçilmesi...
           Türkiye'de yükselen Arap hayranlığı ve Yeni Osmanlıcılık akımları Hükümetin direk olarak bir savaşa girmesine karşı engel oluşturuyordu. Peki bu durumda ne yapmalıydı??? Yanıtı aslında çok basitti. Türklerin asla gururlarının kırılmasına karşı koyamayacağını bilenler düğmeye bastı ve Suriye açıklarında bir Türk jeti düşürmüştü. Suriye bunu egemenlik sahasına yapılan ihlal olarak savunurken Türkiye bunu kabul edilemez bir hata olarak görüyor ve savaş boylarına sürmeye hazırlanıyordu. Peki burada sormak lazım siz hiç kendinize bir kere vuran bir arkadaşınızı gidip polise şikayet ettiniz mi? Ya da sizi bir kere tehdit eden bir insana tehdit davası açtınız mı? Burada hukuken bir yaptırım yapabilmeniz için saldırının devamlılığı ilk şart olarak aranmaktadır. Yani? Yani Kardak krizi sırasında Yunan Mirage uçakları tarafından düşürülen Jetinizi nasıl bir savaş ilanı olarak kabul edemiyorsanız bugün bu olayı da aynı şekilde bir savaş ilanı kabul edemezsiniz.
          Peki bütün bu olanlara rağmen Türkiye, Büyük Ortadoğu planının eşbaşkanı olan bir hükümet başkanı tarafından olası bir savaşa çekilebilir mi? Bunu anlamak için kahin olmaya sanırım gerek yok Yunan uçaklarının düşürdüğü uçağınız için kaza diyen bir ülke Suriye tarafından düşürülen uçağı için her gün kameraların önünde brifing veriyor ve NATO'yu 4.cü maddeden toplantıya çağırıyor.
          Evet sanırım çanlar Suriye hatta daha doğrusu Beşar Essad için çalıyor...

24 Haziran 2012 Pazar

ÇAĞRI

Adımı ilk seferinde doğru söyleyememe rekoruna sahip biricik annem seslendi: ^Şeyda! Amaaan... Eee Ebrar! Amaann...Zehra! Ay işte Rezzan, kapıyı aç^

Zehra'ya gelmeden ben açmıştım zaten kapıyı. Meğer çalınan evin kapısı değil; apartmanın kapısıymış. 
Derin bir 'oooff ya' çekip balkona doğru yürüdüm, camdan aşağıya baktım.
' Kim oooo' diye böğürdüm.

Bizim ufaklığın arkadaşıymış.
Kafasını kaldırdı, ^Şeyy, Rezzan abla, Ebrar evde mi?^ diye seslendi.

Kafasını kaldırınca vücudu tamamen gözden kayboldu. Sanki aşağıda sadece bir kafa vardı ve ben onunla konuşuyordum. Öyle bir güldüm, hatta biraz b.kunu çıkardım gülmenin.

O arada kafa; baktı, cevap vermek yerine 'fıh fıh' gülen bir tip var yukarıda, en iyisi mi ben kafamı aşağıya indireyim de; rahat rahat yutkunayım diye düşündü.
İşte, ben o zaman cevap verdim kafaya.

'Dur bi, çarıyım..'


Eskiden ben de, çok sık olmasa da, böyle çağırılırdım. Özlemişim, bir an kardeşimi kıskandım gibi bişey oldu. Çelme takasım geldi hatta. :] (abart)

Ama kardeşimin arkadaşlarından farklı olarak, benim arkadaşlarım, beni çağırma gerekçelerini de söylerlerdi.

'V(e)leybol oynıcaz da'..


Bir yerlere bir şeyler için çağırılmak veya o şeylerin yapılmasının sizin yokluğunuzda zevksiz olması, güzeldir.

Neyse, arkadasım mesaj çekti şimdi, yemek yiyeceğiz, ben gidiyim. :] 
Görüşmek üzere...







18 Haziran 2012 Pazartesi

ATAKAN

Bana mı denk  geliyor bilmiyorum ama, her havuzda; simitle yüzen, kapalı, şişman kadınlar, doğa üstü göbeğe sahip, omuzlarında uzun uzun siyahlı beyazlı kıllar olan adamlar, ergenlik çağındaki, obez, kız- erkek çocukları ve yaşlı ama bunu kabullenememiş çok süslü kadınlar oluyor.  

Bir de böyle yaşlı ama süslü kadınların, irikıyım, izbandut gibi on üç- on dört  yaşlarında, sesi henüz oturmamış, nazlı erkek çocukları oluyor.

^İnsanları çok eleştiriyorsun; sen mükemmelmişsin gibi^  diye düşünmeye başladığım bugünlerde; üyesi olduğum spor tesisinin havuzunda karşılaştım onlarla.

Uzun, kırmızı ojeli ayak tırnaklarından, dalga dalga selülitlerinden, siyah mayosundan ve en önemlisi de petrol ten renginden anlamalıydım, o günün benim umuduğum gibi geçmeyeceğini.

Tek boş şezlongun onların şezlongunun yanında  olması; 'Eee; nolcak ya, nedir yani, iki saat sonra gidicem zaten' diye düşünerek, havluyu serivermeme neden oldu.

Bu kısa havuz tatili uzun zamandır yapamadığım; ertelediğim şeyleri yapmama vesile olacaktı. Örneğin çizgi romanlarımı okuyacaktım, kitaplarımı okuyacaktım.
En önemlisi de, 'SU' yu okuyacaktım.
Buket Uzuner'in 'SU' kitabını o kadar büyük bir heyecanla beklemiştim ki; piyasaya çıkar çıkmaz almama rağmen; vakitsizlikten, hakaret gibi on- on beş sayfa okuyup okuyup çantama tıkıveriyordum.  Fırsat bu fırsat deyip okumaya başladım. 

Kitabıma yeni yeni dalmışken birden uyuz bir ses duydum, kaldırdım kitaptan kafamı, sesin geldiği yöne doğru baktım; şılap şılap ayaklarını yere vura vura bir cisim yaklaşıyor yan şezlonga doğru.

-'Onnö yoa, dondurma alıyııımm yao' dedi cisim.

+' Aaa! Ol- maz! Havuzdan yeni çıktın, hasta olursun oğlumm' dedi annesi.

Bir- iki tepindi, ağlamaklı surat ifadesiyle ısrar etti ama yemedi; alamadı dondurmayı; küstü; dudak büzdü; kollarını kavuşturdu, annesinin şemsiyeyi açıp gölge yaptığı yere oturdu; annesinin içi, rahat etmedi; güneş kremini de şap şap vura vura oğlunun vücuduna yedirmeye başladı.


Oğlu tribinden hiç taviz vermedi, şap şap diye kremlenirken hatta darbelerle hafif hafif sağa sola italikleşirken bile, kavuşturduğu kollarını hiç açmadı. 
Oğlunun inadını kıramayan annesi; yanındaki sarışın, küt şaçlı kadına; o kadının da tanımadığı birinin bir anısını anlatmaya başladı.

'Nesrinciiiim, geçen yaz tatile gitmiştik, Belginlerle, aile dostumuz olur, çok iyi anlaşırız, onun da Doruk diye bir oğlu var, Atakan'nın yaşında, denizden çıktığı gibi dondurma yemiş, boğazları f(e)lan hep şişti çocuğun' diye anlatırken Nesrin Hanım da 'Tüh, tüh, tüh' diye eşlik etti; bir yandan da kazulet çocuğa göz ucuyla bakarak.


Atakan; 'Bonane yao...' dedi, sırtını döndü, kolları hala, aynı ısrarla birbirine kenetlenmiş vaziyetteydi.
Annesi bu sefer bu tribi çoşkuyla karşıladı; sonuçta bu çocuk bozuntusu oradan kalkıp güneşe çıkacaktı ve sırtı henüz kremlenmemişti. Bu pozisyon Atakan'ın sırtına güneş kremi sürülebilecek rahatlıktaydı. Sırtını da şap şap yağladı kazuletin.

^Fırında Atakan yapıyor sanki, Alaaam ya' dedim içimden.

Bir kız çocuğu geldi sonra, Atakan'ın yaşlarında, sarı uzun saçlı, zayıf, pembe bikinili.
Birden, inadım inat Atakan'ın kolları açıldı, saçlar düzeltildi, karın içeri çekildi. 

O arada annesinin konuştuklarını duymadığına eminim.  
Annesi, Nesrin Hanım'a Atakan'ın bünyesinin ne kadar hassas olduğundan bahsediyordu zaten, çok farklı birşey değildi belliki.

Gerine gerine kalktı yerinden Atakan; havuza doğru yürüdü, 'Hayııırr! Yapmaa!!' diye bağırasım geldi ama çok geçti artık herşey için.

Balıklama(!) havuza atladı.
Çok pis pişti Atakan.

Havuzdan gelen suyla zaten, 'SU' yu okumuş kadar oldum. Abarttım son cümleyi biraz.  

:]

13 Haziran 2012 Çarşamba

BULMACA ARKADAŞI

'Kilo vermek mi istiyorsunuz, yoksa zayıflamak mı? ' dedi.

'Aynı değil mi o ikisi nan?' dedim içimden ama; o kadar emin söyledi ki kendinden. 
Anlamları apayrı iki şey sorduğuna neredeyse inandım.

'Eee...' diye birşeyler gevelemeye çalışırken tekrar iki apayrı soru sordu(!) 'Fit olmak mı istiyorsunuz; vücudunuzun sıkılaşmasını mı?'

'Yahu ben mi yanlış biliyorum, bunlar da aynı değil mi?' diye sordum içimden.
 Bir yandan da bozuldum; kilolu muydum ben, fit değil miydim yani, bu ne ısrardı böyle. Hayır, az buçuk güvenirim kendime.. Ne bileyim..

^^Ya kör olmalıydı ya da aamaa^^ :]

Eş anlamlı kelimeler diyarının bağrından kopup gelmiş bu şahsı düşünmeye başladım.
Bence onunla iyi bulmaca çözülürdü. Ben sorardım, o da hooop yapıştırırdı cevabı.

Misal...
 
--Boru sesi? 
+'Ti!!!'
--Kuzu sesi ?
+'Mee!!' 
 --Resimdeki ünlü şarkıcı? 
+' Fotoğraftaki tanınmış ses sanatçısı'
--- Adı adı!
+ İsmi ismi...


Hehe :] :) =)

 

 
 
  

12 Haziran 2012 Salı

KÖKEN OLARAK

Aslında hak veriyorum, yeni tanışan insanların birbirlerine sorabilecekleri soru adedi stoklarla sınırlıdır.
Ee, yaşımda artık : ^En çok babanı mı seviyorsun yoksa anneni mi?^ sorusunu kaldırmadığı için elindekilerle yetinmeye çalışıyorlar.

'Nerelisin?'

Bir İstanbullu, bir de İzmitli olmana anlam veremiyor insanlar, altında bir bit yeniği arıyorlar. 

'Peki ama; köken olarak neresi?'

Gözlerim ufak ve çekik olduğundan 'tatar'lara benzetildiğim çok olmuştur. Zaten ev arkadaşım da tatardı. Çok yadırgamadan kabul ettim, tatarlara bezediğimi. Hatta hoşuma bile gitti.

Ama..

'Elazığlı mısın?', 'Urfalı mısın?' ve ya 'Kayserili misin?' 'Trakyalı mısın? ve hatta 'Alamancı mısın?' lara hala alışamadım.

İnanın, Elazığ insanının kendine has bir yapısı var mıdır, onu da hiç bilmiyorum. 
Hele hele 'Alamancı' ne yahu? Konuşmam gurbetçi gibiymiş..miş..

Bilemiyorum.

Geçenlerde, 'Lazsın' dedi birisi.
Yuh, dedim artık. 

Bende artık, 'İzmitliyim' dediğimde inanmayanlara; 'Köken olarak Adıyaman' diyorum. Kendisini yolda görsem tanımam; ama yiyorlar valla..

 

11 Haziran 2012 Pazartesi

HUUH!

^Merhaba^ dedim en sonunda, kendi kendime; ellerimi arkada birleştirip şaşkın şaşkın dolaşmaktan sıkılıp. ^Görevli misiniz?^ 

^Evet^ dedi.
^Ne bakmıyon o zaman bi saattir, ök- küz^ dedim içimden.
^Ben yeniyim, yardımcı olur musunuz?^ dedim.
^Tabiyy, buyrun şöleee^ dedi.
Buyurdum.

Yaşımı, boyumu, adımı sanımı sordu. Beleşçi sandı beni; 'Üyeliğinize, spor salonu da dahil mi? ' dedi.
' Hee..' dedim. 'Peki' dedi. 
Kaydımı yaptı. Metabolizma yaşım benden ^üç yaş küçükmüş, 'Çok sevindim ya' dedim. Cevap vermedi.

'Protein oranınız normallerin üstünde, çok fazla et tüketiyosunuz sanırım' dedi.
'Hamburgerle besleniyorum' dedim. Gülmedi, çık çık yaptı. 
'Metabolizma yaşınız genç ama yaşlandırmak için elinizden geleni yapıyorsunuz'  dedi.
' Sanane amk.' dedim içimden, dışımdan da gülümsedim.

'Yürüyüşle başlayalım'  dedi; sanki beraber yürüyecekmişiz gibi.
'Peki' dedim. 
Yürüyüş bandına daha önce çıkmadığım için; yeni yeni yürümeye başlayan bebekler gibi, tutuna tutuna yürüdüm.
Yanımdaki teyze, benim ekranıma baktı, kendisinden daha yüksek tempoyla yürüdüğümdenmidir, nedir, arttırdı o da.  

Yirmi dakika yürüyüp hiç bir yere ilerleyemedim doğal olarak. İndiğimde biraz başım döndü. Yalpaladım, yalpalarken dilimi ısırdım. 

Başka bir alete geçtik.
Oturduğum yerde; omuzlarıma denk gelen bir ağırlık, ağırlığın iki ucunda da tutma yerleri, onu tutup öne eğilecekmişim, eğilirken de nefes verecekmişim.
'Ya bismillah' dedim. Asılıp da eğildiğimden, tutacak yerleri, dizlerime çarptı çok pis bir acıydı; çaktırmadım. 
Meğer başlangıç için on kiloymuş ağırlık, ben daha fazla sanmıştım, sanmasam zaten vurmazdım öyle; hayvan gibi. 

Bir kaç hareket daha yaptı(k).
En sonuncusunda; bisiklete binecekmişim on dakika boyunca.
Bindim, başladım yine olduğum yerde bisiklet sürmeye.
Yanımda bir amca vardı. ^Huuh! Huh!^ diye diye bisikletini sürüyordu. 
O; 'huh!' yaptıkça burnundan akan terler, zıplayıveriyordu karşısındaki aynaya.

Sonra bana döndü, '60 yaşındayım ben huuh!' dedi.
'Maşallah' dedim, 'Gayet iyi görünüyorsunuz'..
'Burası benim yeğenimin huuh!! Gel dedi dayı, sen de spor yap, geldik işte öyle kızım huuh!!' dedi.
' Ne güzel ne güzel ' dedim.

Muhabbet tıkandı, ilerleyemedi. Yedi dakika boyunca 'Huh! Huh!' sesleri eşliğinde devam ettim yere çakılı bisikleti sürmeye.
Dakika dolunca da indim. 'Saol' dedim görevliye. ' İyigünler' dedi. 

Gitsin bakalım böyle bir müddet daha. 
Hayırlısı...

KRALİÇE 34

Yön bulma kabileyetsizi arkadaşım ile İstanbul'daydık bu hafta sonu.
Çıkamadık meydana. 
'Gel Sağdan gidelim' dedim. 'Yok- yok, Soldan' dedi. 'İyi madem' dedim. Başladık yürümeye, yürüdükçe yavaş yavaş genzim yanmaya başladı.
Taşlara sinmiş sidik kokusu kadar lanet birşey yok, ha biter ha geçer diye diye biraz daha yürüdük. 
Baktım, arkadaşım da öğürüyor, 'Malmıyız kızım, gel birisine soralım, ölcez kokudan' dedim.

Yol soracak, on iki milyon insan vardı sonuçta, İstanbul'da. 
Ben seçtim (!) o kişiyi.  Orta boylu bir kadına doğru yöneldim, 'pardon' dedim, 'nasıl çıkçaz meydana?'
Meğer o kadın, kadın değilmiş. Yardımcı olmak istedi, toparlayamadı cümlesini, arkadaşını çağırdı ^Çaycı Hüseyin^ sesiyle.. 
Arkadaşı bayan, sonradan eklenmiş göğüslerini düzelte düzelte geldi, tarifi yaptı.
Orta boylu kadın 'Napcanız orda?' dedi.

Arkadaşıma baktım, kolumu çekiştiriyor, bir yandan da burnunu kapatmış..

İçimden 'Kur-an okucaz!' deyip kaçasım geldi, gelmesine de, diyemedim.
'Saol gardaş' gibi birşey geveleyip, çekiştirildiğim yöne doğru ilerlemeye başladım.

Meydana çıktığımızda hava yeni yeni  kararmaya başlamıştı. 
Derin derin nefes aldım, aşık olduğum şehrin kokusunu çektim içime.
İki günüm vardı, yanımdaki arkadaşıma baktım, hep yanımda olacaktı o.
Göz kırptım ona, o da bana.

'Islak hamburger yeriz di mi?'  dedim. 'Tabiki tatlım' dedi.
İki gecenin sonunda da ıslak hamburgerleri yedik. Orda olanlar da bize ait kalsın.


Teşekkürler Kraliçe... :)




 

6 Haziran 2012 Çarşamba

YENİ- ESKİ

Bir yerlerde ''yeni'' olmak kadar insanın canını sıkan, insanı bunaltan, insanın elini ayağını birbirine karıştıran ne olabilir ki?

Eski olmanın tadı, değer görmenin tadı, kendi çöplüğünün horozu olma tadı burnunda tütmeye başlar. 

^Yeni^ ye daha  ilk attığın adımda; farklılığı, kekemeliği, soğukluğu hemen hissedersin ya da hissettirirler.

Arkadaş bulma çabası cereyan eder önceleri. 
Herkesle cıvık cıvık selamlaşmalar, hal hatır sormalar, gereksiz iltifatlar vs....

Herhalde benden daha fazla ^yeni^ yi bilen yoktur. 
Okul hayatımı; yedi ayrı okulda tamamladığım düşünülürse. 
Üç senelik lise hayatım boyunca her sene ayrı ayrı okullarda okudum.
Üç ayrı lise formam var, düşünün..

^Eski^yi özleme huyumu bu olaylara bağlıyorum ben.

Her şeyden çok çabuk sıkılmamı da.
Tepkisizleşiyorum, yavaşlıyorum, konuşmuyorum, somurtuyorum.
Bu davranışlar benim 'alıştığımı' gösteriyor aslında.


Misal; nerdeyse her gün yemek yemeye gittiğim yerdeki çalışanlar, haliyle beni tanıdıklarından 'Hayırdır Hocam, canın sıkkın gibi' dediler bugün.

Cevabım, beni bile şaşırttı, 'Ah aaah!' dedim.

Aslında hiçbir şeyim yoktu. 


Sanırım, insanların 'sanı'larını çürütmekten korkan bir yapım var. 
Sordukları şeye 'yo, alakası yok' diyemiyorum.

Aslında sadece sıkılmıştım; ama başka yere gidersem; bu sefer de; orayı özleyecektim. Garip birşey yahu.


Atılım Lisesi'nde lise hayatımın son senesini geçirdim.
Şans da bu ya; kravatlar da o sene değişmişti. Herkesin lacivertti; benimki de lacivert- gri- bordo karışımı uyduruk birşeydi işte.
Zaten stresliydim yeni olduğum için; bir de kravat beni ele verince; şahtı şahbaz oldu.

^Ben yeniyim ergenlik hu hu!!^ diye damgalı yük hayvanı gibi geziniyordum ortalıkta.

 O kadar okul değiştirmeme rağmen yine üzerimden atamadığım, yapış yapış bir avanaklık vardı üzerimde. Herkese güleryüz gösterme yarışım; iyi geçinme telaşım vs...


Az kalsın kavga bile ediyordum bu adaptasyon süreci içinde. 
Ama; sonra sonra alıştılar bana :] Kavga etme ihtimalim olan kızla da iyi arkadaş olduk hatta.. :]

Böylece orası da eski oldu...


Üniversiteyi eskitmek ise çok güç oldu benim için. Çünkü orada, 'sen' yoksun. Kalabalığın; eksilse de hissetmeyeceği basit birşeysin.
Resmi bayramlarda; çiğ sesli, aynı kıyafetleri giymiş koro üyesi gibi, hiç farkedilmiyorsun. Sesin güzelmiş; çirkinmiş kimsenin umrunda bile değil, hatta şarkıya eşlik etmezsen bile farkedilmez, ağzını kıpırdat yeter.

Bende kendi çöplüğümü kurdum; hepimizin horoz olduğu.
Böylece orası da eski oldu.
Anlatacak çok şeyim oldu. Özleyecek arkadaşlarım oldu. Özlenilecek bir arkadaş oldum. 

Eskiye takılma huyum; beni biraz yordu bu aralar; 'yeni' yi eskitemiyorum; zaten neredeyse derslerim de bitti...
Her yeni girdiğim ortamda 'Falanca olsa; böyle mi olurdu; tiplere bak, Alaaam yaa' veya ' Filanca olsa şimdi, çok gülerdik bee! Ayı bunlar ayı!' veya 'Ne işim var benim burda; ağzını kapat esnerken ök-küz!'  derken buluyorum kendimi.

Benim hakkımda da onlar öyle düşünüyordur belki ama; ne biliyim işte..
Ya bende ya da bu yenilerde bir sorun var, çözemedim daha..

 
 







 














 


 

5 Haziran 2012 Salı

RASLANTI

Kalktım yataktan, çıktım hemen, banyoya gittim, aynaya baktım.
'' Bu ne lan, tipe bak; uyumucam bi daa; Bülent Ersoy gibi olmuşum '' dedim. 

İşim vardı çarşıda; geç de kalmıştım zaten... Özensiz özensiz giyindim.
Beklediğim kişi dışarı çıkmış işi varmış, onu beklerken yemek yiyeyim o zaman  bende dedim. 
Ayıptır söylemesi; tantuni yedim, bankta oturup gelene geçene bakarken. 
İstisnasız; sonuna geldiğimde üzerime yağı döküldü. Öyle böyle değil, bilerek üzerime kolanya serpmişim gibi döküldü. 
BİM' e gittim, ıslak mendil aldım, dayanamadım, jelibon, çekirdek falan aldım. Üstümü sildim, daha da çok yayıldı. O ıslak mendillerin yapış yapış hissi ellerimdeydi artık.

Tepem attı, yağlı yağlı görüşmeye gittim öyle. 
Çok sıcaktı hava, bunaldım yürürken.
Hatta hiç adetim olmadığı halde mendilci çocuğu tersledim. '' Yok ablacım, sağol'' derdim. Bugün ''Bak oğlum git'' dedim. Benim de ağzıma yapışmış, tebrik ederim emeği geçen herkese. 

Görüşmemi bitirdikten sonra, Ncity köprüsüne hızlı hızlı yürürken, yağdanmıdır bilinmez, strese girdim, tırnaklarımı bitirdim, ıslak mendil tadı gelmesine rağmen etlerime geçtim, kanadı, sağ elimin üç parmağı. 

Bence ^Düş Sokağı Sakinleri^ nin ''kan revan içindeyim' adlı parçası böyle bir durumda yazılmıştır.

Kafamda sadece eve gitmek, duş almak ve uyumak vardı.

Ama o da ne...

Seneler öncesinden, pek sevmediğim ama imrendiğim inceden, hafif kıskançlık beslediğim kız geliyor.  Giyinmiş süslenmiş, elbisesi lekesiz, saçları fönlü..

Görmemezlikten gelmek için telefonuma yeltendim, tuş kilidini açar kapar, geçer giderim diye.. 
Matrix sandığımdan kendimi, hızımı alamadım, o nasıl bir telefon almaya yeltenmekti öyle...BİM torbasından beşi bir yerde, ucuz jelibonlarım düştü. 

^Aaaa!^ dedi. ^Rezzan?^

^Hay s.kym^ dedim bende içimden.

Gülümsedim, ^Naber?^ dedim. O arada parmaklarımdan kan damladı yere 'şıp' diye. Üzerine bastım hemen, görmesin diye.

İyiymiş evlenmiş, işi de iyiymiş ama hep bakımlı olması gerekiyormuş, hergün fön çektirmek için sabah erken kalkıyormuş, beni gördüğüne (!) sevinmiş, benim neler yaptığımı merak etmişmiş...

Ben gergin olunca konuşamam pek, yağlı göğsümü gere gere 'HUKUK HOCASIYIM' diyecektim. Şöyle birşey çıktı ağzımdan 'HOKOK OCASIYIM'.

^Tamam canım^ dedi. 

İnanmadı galba.
Havadan sudan muhabbet bitince el sıkışarak öpüştük, elleriminm yapış yapışlığını hissetti sanırım. Üzerine sildi çaktırmadan; gördüm.

Yani bir tek burnumda sümük yoktu; nasıl perişandım Allahım!


oooofffff!!!!  :/
 

3 Haziran 2012 Pazar

E&N

Zamanla yarışıyorduk.
Ayrıntılar, zamanımızın çoğunu alıyordu.
Beklenilen vakit gelmiş çatmış; hatta geçiyordu bile.
Sinirler iyice gerilirken, vardık sonunda..

İçerisinin aydınlatması küsmüştü sanki ortada dolanan o kadar ışıltı varken.

Hiç ses etmeden kuytu köşe bir yer bulup oturduk.
Kulaklarım uğulduyor, evime gitmek için dakikaları sayıyordum.

Ama onlar! Onlar hiç pes etmiyor, uğuldayan kulaklarım, dalga dalga onların isteklerini duyuyordu. 

- ''Hadi, hadi kalk!''

Karabasan misali, sesimi çıkaramadım. 
'Güle Güle' hareketini vücuduma çok yakınlastırarak ve hızlı hızlı yaptım ki onlardan biri olmak istemediğim anlaşılsın.

 Beni tanıdığını iddia edenlerle karşılaştım. 
Çok büyümüştüm onlara göre. Maşallahların ardı arkası kesilmiyordu. 

Teşekkürediyordum, yetmiyordu, onları tanımalıydım.
Ayrıntılar, ayrıntılar... Ben tanımadıkça bana kendilerini tanıtmak için uyguladıkları yöntemleri değiştiriyorlardı. 
Ortamdaki çığlık, gürültü duymamı engelliyor, duyamadığımı anlayanlar iyice kulağıma yaklaşıp tanımadığım isimleri sıralayarak onları çıkarmamı bekliyordu.

Sonunda kabul ettim, tanıyorum dedim. Bitti.. 
Bu kadar kolay olduğunu bilmiyordum, 'Birisine selam söyle' deyip hızla yanımdan uzaklaştılar.
Demekki, tek istedikleri buydu, alıştım.. 
Her gelene 'Tanımaz mıyım!' diye PEPE heyecanıyla yaklaştığımda susyorlar, o kişiye selam söylememi tembih edip uzaklaşıyorlardı. 

Bu benim ilk düğün tecrübelerimden biriydi.

Ama bugün; aynı şeylerle karşılaşma ihtimalimi düşünerek, hem de 'erkek tarafı^' olarak bir düğüne gittim. 
Hayatımın neredeyse en iyi düğünüydü diyebilirim. 

Çok güzeldi. Oynadım bile :] Sonuçta oraya ''oturmaya gitmemiştik.''

Mutluluklar diliyorum tekrar.... E&N