25 Temmuz 2012 Çarşamba

Napcam ben bu beni.

 Otobüslerde ayakta durmakta zorlanan teyze ve amcalar evlenme programına çıkınca kolbastı oynayabiliyor.Hayat çok garip.Dün gece yine ders çalışmamak için sebepler ararken gözüm o malum tv programına takıldı..İzdivaç mıdır nedir? Otobüslerde falan ''ay buram ağrıyor,ay şöyle,ay böyle'' diye mızmızlanıp,yer verelim diye gözlerimizin içine bakan amcalar,teyzeler resmen yardırıyo..O nasıl bir oynamaktır,halaylı,misketli..Vay bee dedim..Oraya çıkınca eller havaya,hobaa;bize gelince öldüm,bittim.Yok öyle,ohh bugün mis gibi yayıldım valla dolmuşta,taktım kulaklığımı da çıstak,çıstak..Hiçte pişman değilim,bir daha olsa bir daha yaparım ehe ehe..Çok mu kötü bir insan oldum ben yaa? Salondaki koltukların minderlerinden ev yapıp o evde misafir ağırlayan bir çocuktum ben..Ne ara bu kadar zalim oldum..:/ Hazır çocukluğuma inmişken..Çocukken hep pasta ve jelibon ağacımın olmasını isterdim lan ben.ahahhahaha.Az daha zeki olsam gerizekalı olacakmışım:)) 

DÜŞMEK GÜZELDİR (artık böyle) :)


Düşmenin çeşitli halleri vardır, yer çekimine inat. Bazı düşüşler vardır, kahramanı öldüremeyen katillerin olduğu korku filmine benzer. 2-3 defa sekteye uğrarsınız, düşmezsiniz.  Ayaklarınız yerden kesilir, inatla düşmezsiniz. Bu arada hızlı düşünmeye başlarsınız  “du! bi düşeceğim yeri kontrol edeyim, bi de tutunacağım bi yer bulayım” diye seri seri düşünürken işte o an katil hançeri böğrünüze saplar. Şanslı iseniz kıçınızın sağ veya sol yanına düşersiniz ve hava yastığı görevi görür kıçınızın o yarısı. Şanssız iseniz tam ortasına düşersiniz, -ki acısından durulmaz. Hafta sonu evimizin merdivenlerinden düştüm (yine), sağıma denk getirdim düşmemi, hare hare pare pare morluklar kazandırdım bedenime. Gürültülü oldu düşüşüm elim kolum doluydu.
Ev ahalisi : N’oldu n’olduuu?
Ben : (İç sesim : Hmmm! Anlaşılmadı sanırım, sorduklarına göre) E-ee! şey, düştüm!
Ev ahalisi : Nasıııl?
Ben : Yok artık! Bi daha yapamam aynısını, yok bi şeyim daalalım...!
Bence düşmek, insanın çaresizliğinin, yapamama halinin, edilgenlik düşüşçülüğünün kabulüdür :) Düşen insan, artık çabalamak zorunda olmadığını fark ederek huzura kavuşabilir. Bir kuş kadar kanatlı olmasa da hafiftir. Düşmek güzeldir, nihayetinde! :)

DUYGU NAKLİYAT

Snoopy, kardeşim ve ben oturuyorduk. Muhabbetin dümeni, bir haftalığına Türkiye'ye dönen kardeşimdeydi. Anlattıkça hatırlıyor, hatırladıkça anlatıyordu.
Bir noktadan sonra koptum ben zaten. T-shirt ümün üzerindeki hayali pamukçuklarla oynamaya başladım. Daldım öyle. Snoopy de benim koptuğumu anlamış olacak, daha da bir ilgiyle, dikkatle dinlemeye başladı kardeşimi.
Tekrar muhabbetin içine çekilmem, kardeşimin şu cümlesiyle oldu:
''Ablamın bir sözü vardır, ^Duygularımı Taşıyamıyorum.^ diye, bendeki de o hesap işte''.

'Anaaa' dedim, benim de kendime ait bir sözüm var, kendime has hemide. :]
Belki de atasözü gibi bir şey olacaktı gelecekte 'Duygularımı Taşıyamıyorum'.
Ne biliyim, okullarda falan kompozisyon yazdıracaktı öğretmenler öğrencilerine.
Ya da, şöyle bir şey de olabilir: 'Ne demiş blogcu, duygularımı taşıyamıyorum.' falan.
Ya da şöyle bir şey de olabilir: 'Yapıştırmış tabi bizimki de cevabı duygularımı taşıyamıyorum heheh' diye.

İlerde çocuklarınız; 'Anne/ Baba, bu cümlenin anlamı ne? Ödev verdi ööörtmen' derlerse diye açıklayayım bari ben bu cümleyi.

Çocukluğunun bir bölümünü Kırıkkale sokaklarında geçirmiş biri olarak şunu çok net söyleyebilirim ki coğrafya derslerinde söylenenler doğru. 'İçanadolu'da yazlar sıcak ve kurak!'

Oranın kendine has bir rüzgarı vardır. Kuru kuru, terletmeyen.

Çok güzel günlerim oldu o yazları sıcak ve kurak şehirde. Tam bir Ömer Seyfettin, Muzaffer İzgü hikayelerine konu olabilecek bir çocukluktu benimki.

Seneler sonra, lisenin düzenlediği Kapadokya gezisine katılmıştım. Saatlerce süren yolculuktan sonra nihayet mola vermiştik. Can havliyle önümdeki arkadaşlarıma çarpa çarpa attım kendimi dışarı. Daha ilk adımımda o kuru kuru, terletmeyen rüzgarı yüzümde hissettim. Çocuktum yine.

Eve döndüğümde anneme heyecanla ilk anlatacağım şey bu olacaktı. Ancak; eve gittiğimde, o heyecan yoktu artık. Taşıyamamıştım o hissi, anlatmadım bende.

Varya, bence aralarında mesafe olan insanların ilişkilerinin uzun sürmemesinin nedeni bu. Taşıyamıyorlar duygularını.

Öyle bir şey işte.. :]

14 Temmuz 2012 Cumartesi

TAKTIM YİNE

Hadi itiraf edelim,bazen bir sevgiliye,eşe ihtyaç duyabiliyoruz..Mesela ben  ilişkim bittiğinde dünyanın en ''cool'' hatunu gibi takılabiliyorum.''Ayy yalnız daha iyiyim,hem zaten herşeyime karışıyordu,evlilikten de korkarım ben,ohh şimdi ne gezer tozarım aman da aman..'' Bu cümlelerin hepsi bana ait. Ama şuan biri bana ''Askım'' diye mesaj atsa; askıya benzer bir halim mi var lan diye düşünürüm.O kadar uzağım yani konuya.Peki ya bu akranların çatara patara evlenmeleri,çocuk yapmaları falan nolucak?? Dışarda ''evde kaldın kızım sen'' diyenlere; ''hııı tabi..hiçte bile elimi sallasam ellisi taaam mı!! '' diyorum,sonra eve gelip duygusal anlar yaşıyorum kendi çapımda.Kalmam herhalde yaa..Sonuçta daha 24 yaşındayım.Bu konuşmalarımla,annem başta olmak üzere,birilerini çıldırtabilirim.''Ay Ezgi,ne rahat kızsın ya,biraz kendine gel,kazık kadar oldun..'' Özellikle huyun kurusun diyenlere inat her gece yatmadan önce huyumu suluyorum,kurumayacak yani bilin istedim.öööle yani,naber?Millet genç yaşında evleniyorsa bu bizim sorunumuz değil yoldaşlar.Haklı mücadelemizi sürdürelim desem de inanmayın oğluum..Hadi şimdi telefonunuzu elinize alın ve karıştırın.. Rehberden birşeyler çıkar belki:/ Herkes yalnızım diye ağlıyor da neden hepimiz yalnızız ozaman? Tamam erkek çocukları gibi giyinirim çoğu zaman..Saçlarımı taramaya falan üşenirim.Zaten kısacıklar..Ama biliyorum ki,beyaz tavşanı takip etseydim bana Alice derdiniz,ya da dünyayı kurtarsam Süpergirl..Ama saçımı taramadım diye hemen paçozu yapıştırırsınız di mi! Yazımı bir fıkrayla sonlandırmak istiyorum..''Temel'e sormuşlar ''keyfin yerinde mi?'' diye..Temel ''yerinde çok şükür'' demiş.Demek ki neymiş: her Temel komik olmuyormuş.Asmayın suratınızı,öptüm sizi.(sanırım bu yüzden yalnızım,söylemeden geçemiciiiğiim.)

CANIM OSHO

‎''Eğer tüm dünya tembel olursa çok güzel bir dünyamız olurdu; savaşsız, atom bombaları olmayan, nükleer 


silahsız, suçsuz, hapissiz, yargıçsiz, polissiz, başbakansız. İnsanlar o kadar tembel olurdu ki bu saçmalıklara ihtiyaç 


kalmazdı. Biraz düşünün: hiç tembel bir insan bu dünyada yanlış bir şey yaptı mı? Ve hala zavallı tembel insanlar 


ayıplanır.'' Osho amcamız nede güzel konuşmuş değil mi? Şöyle düşünüyorum da;abicim yatan insan kime zarar 


verebilir ki? E ozaman annemin bu gereksiz asabiyeti neden yıllardır? ''Kalk bir işin ucundan tut..'' tuttum 


diyelim,ya elimde kalırsa o iş? Mesela ikimizde yapmasak? Tabi benim annemi baz alırsak,hayal dünyam fazla 


geniş.Ben anneme:''Osho böyle böyle demiş..'' desem, ''oooşşşşşttt ordan'' der,çok net.Komşunun çocukları 


konusuna da girmek istemezdim ama Allah hepsinin belasını versin...

C.TAZ-3

Sigara içmemden nefret ederdi. Gülümserdim, elimde değil der gibi. 
Sözünü dinlemediğimden ince ince bir 'of' çeker, gözlerini devirirdi. Ben bir sigara daha yakardım.
İnatlaşırdım hatta biraz, derin derin sigarının dumanını içime çeker, ciğerlerime yapışmayan dumanı yavaş yavaş havaya üflerdim. Göz ucuyla izlerdim tepkilerini. Acıyordu bana, kızmaktan daha çok acıyordu bana!

Akşam üstü bir çay bahçesindeydik. Ben çay, o da oralet söyledi, çocukluğunun önerisiymiş. Anlamadım pek, gülümsedim tekrar.  
Çayın bir kısmı tabağının içine dökülmüş vaziyette geldi siparişim. Hırçınlaştı, O'na göre, 'Beceremeyeceksen bir işi, hiç yapmayacaksın'dı. Sevmezdim ben onun bu huyunu.  Ses etmedim, garsonun onun sözlerini duymamasını umarak.

'Neden beni rahat bırakmıyorsun?' diye sordum; o çay bahçelerinden nefret ettiğini anlatırken.

Onu dinlemediğime bozulduğunu belli etmemeye bile çalışmadan cevap verdi.

'Rahat mı? Bırakmak mı? Sen beni bırakmıyorsun! Sen çağırıyorsun, ben ayağımı sürüye sürüye geliyorum.' dedi. 

Karnımdaki derin kara boşluğun emmediği tek duygum, öfkemdi. Gençken kusardım pervasızca.
Büyüdükçe öfkem azaldı, dinginleştim. Ama o anda ağız dolusu küfürü ardıarkasına haykırmamak için kendimi zor tuttum. İnsan büyüdükçe, dem vuruyor öfkesine de, neşesine de.

'Pardon hanımefendi, arkadaşınız gelmeyecek galiba, oralet soğudu, değiştirelim arzu edersiniz' dedi garson, öfkemden gözlerim dolduğunda.



 

13 Temmuz 2012 Cuma

KORKU




Evde yalnızken,içerden bir ses gelince,elime bıçak alıp evi dolaşıyorum ki birini görürsem,korkudan kendimi 27 yerimden bıçaklayabileyim.Abi neyin triibindeyim anlamadım gitti bunca zamandır.Evde yalnızken duyduğumm tıkırtıları,ömrü hayatım boyunca duymamışımdır.Sanki birileri sözleşiyor..''Ezgi evde tekmiş,gidip tepinelim,ürkütelim,zati salak bişeye benziyo kendini vursun..'' Hiçte karşı çıkmam hee.İlk olarak alırım bıçağımı falan 'ki ekmek ya da meyve bıçağı olur' fon müziğim de kafamda çalar hep..Sonra odaların kapılarını çatara patara ittiririm falan..Hayır biliyorum biri çıksa karşıma,o bıçak benim alnımda saplı..Net yani..Bir arada izlediğim korku filmlerinden yola çıkarak,sapıkların,katillerin,şeytanların falan hep dubleks evlere girdiğini tespit etmiştim,rahata takmıştım,çayımı yudumluyodum.Ama yine geldiler valla bana.Birgün evde yalnızken sanırım psikolojik ölümüm gerçekleşecek.Hayır,ölümümün bu şekilde olması hiç hoş değil.Ecelle ölmek değil yani bu.Bildiğin mallıktan ölmek.Mezar taşıma da: ''dün YOĞUN BAKIM, bugün YOĞUM BAKIN'' yazsınlar.Hiç suratınızı buruşturmayın,bence komikti.Öyle yani naber?

ÇOK TATLIYIM:/

    Bişey söylicem..Abicim ben orta yaşın üstündeki amca-teyzelerin esprilerine zorla güleyim 


derken,suratımın aldığı şekli sevmiyorum yaa:/ Mesela geçen gün saç boyası almaya gittiğimiz 


dükkanda ufak bir ayna beğendim.Tabi sorduğum soru net olarak:''Abi kaça 


bu?''oldu.Pazardan çorap alıyorum ya çünkü..Abi hafiften gülümseyerek:'' 5 lira yeeaa'' diye 


cevapladı.Tabi ben tepkilerini kontrol edemeyen bir şahıs olaraktan:'' yuh be abim 


naptın''demekten alıkoyamadım kendimi.Neyse ayna elimdeydi,ben onu tam yerine 


koyacakken,güzel abimiz birden kasadan fırladı ve aynayı elimden aldı.Bende: ''Ben koyardım 


yerine'' diye samimyetsiz bir şekilde ısrar ettim.Birden abi:''Al hadi çok istiyorsan..'' dedi.Ben 


de tüm mallığımla:''aaa yok çok teşekkürler ama kabul edemem..'' dedim.Evet,çünkü ben bir 


asalaktım ve adam bana yerine koymak için ısrar ediyorsan,al,koy diyordu ama ben bana 


hediye edecek sanıyordum.Ben tam anlamıyla bir rezildim..Ve bunu henüz anlayamamışken 


aynaya sımsıkı sarıldım..Adam da bir ucundan sımsıkı tutuyordu..İçimden:'' lan madem hediye 


edicen,ne diye sımsıkı tutuyosun!'' diyordum..Sonra olayı farkettiğimde:'' 


ahahahahhahahahahaha oldu ozaman iyi günler..'' diyip kapıdan çıkıyordum ki; adamla 


yaşadığım dialoğa şahit olan iki şahıs.O an anladım ki bazen tipimle olsun,kuramadığım 


cümlelerimle olsun on numara bi insanım.Bunun açılımı: ''embesil,itici ötesi bir asalak..'' . Hee 


bir de babamın yaptığı esprilere hep gülmek zorundayım.O bir fenomen çünkü (kendince). 


Sözün özü bu gibi durumlar da suratımın aldığı şekli hissediyorum.Hafif yanmalar falan. 


ıyyyyykk..

SİNEMA

Bilet kesen kişi: Aman off, bir çift geliyor yine. Bıktım artık, bir saat yer seçemezler şimdi. 'Şurası olsun mu aşkım' 'Sen bilirsin bebeğim ama çok yakın perdeye' falan filan.. Madem sen bilirsin diyosun da ne diye yakın diyorsun! Ne yapmaya çalışıyorsun sen, amacın gayen ne senin arkadaş?!?
Yahu bir de filmin saatine bakmıyorlar ya, kıl oluyorum arkadaş! Kaçta başlayacakmış! Ebende başlayacak! Oraya biz haybeye astık afişi zaten. Git bak, çok mu zor?

-Merhaba! Filmimiz birazdan başlayacak. Nerede oturacaksınız? Ekranda boş yerlerimiz gözüküyor oradan seçebilirsiniz efendim.

Bilet kontrol eden kişi : Aha! Yine dışarıdan yiyecek- içecek getiriyorlar. Salak mıyım ben? Çanta patlayacak. Pepsi mi o? Marka okuyorum artık kumaş üstünden. 'Aç çantanı,' da diyemem, ayıp, biliyorlar tabi diyemeyeceğimi.
Ah!! Hayat çok anlamsız! Bazen; sanki hiç bir iş yapmıyormuş gibi hissediyorum kendimi. Biletin köşesini yırtmaktan başka ne iş yapıyorum ki ben? 

-Merhaba! Biletinize bakabilir miyim? 
Çırt'! 
-İyi seyirler!

Yer gösterici :Hani bahşiş veriyorlardı ya bu işte! Göstermiyorum ya, herkesin okuması yazması var, bulsunlar yerlerini! Hayret bişey yaaa!

-Buyrun, bakayım bi biletinize, hımm K sırası 5 ve 6 numara. İyi seyirler!
 ---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bugün sinemaya gittik de ayıptır söylemesi. Film kötüydü.. 

Ama aynı şeylere güldüğünüz bir insan varsa yanınızda, kötüler o kadar da kötü görünmüyor gözünüze.

 
Ben yukarıda yazılanları düşündüm bir ara, böyle bir yazı çıktı ortaya..

UYARI: Bu filme gitmeyin. İlla izlerim ben diyorsanız, korsan alın.







YA SONRA..


      
                       













Alışmak,çamaşır suyu içmek kadar gereksiz ve zararlı bence..Bi eşyaya 

alışmak,bi adama alışmak,bi kadına alışmak..Önce bi merhaba,sonra 

telefonlaşmalar,buluşmalar falan filan..Sonra onu hep görmek istersin..Her 

kafan bozulduğunda onu ararsın..İçersin,dağıtırsın,gelip seni ''o'' toplasın 

istersin...Bütün bunlar neden,niçin,düşünmek bile istemezsin..Halbuki ''o'' 

sigara paketin gibi heran elinin altında olabilecek bişey değildir ki..İlk 

zamanlar onun seni gülümsetmesi hoşuna gidecek,onu gülümsetmek en büyük 

keyfin olacak..Herşeyi beraber yapmalar,gülmeler,eğlenmeler falanlar 

filanlar..Mesela karşılıklı oturup rakı bile içebilirsin,ilk dubleni kusmuş bile 

olsan devam edebilirsin,,İkinci dublenin yarısını masaya döksen bile devam 

edebilirsin..Çünkü bütün engellere rağmen sen ''onunla'' sındır..Ne sıfatla 

olduğu mühim değil..Onun yanında ağlayabilirsin de,hiç sorun değil..Mutlaka 

sana şevkatle sarılıp,gözyaşını silecektir..Sonra bisürü küçük gemi inşa eder 

''o''..Bunlar ne demene kalmadan,bırakır o gemileri açık denizine..Sen 

kalakalırsın..konuşmak,şimdi sağır birine bi şarkı mırıldanmak kadar anlamsız 

gelir..Susarsın,,susarsın,,susarsın,,,O gemileri geri getiremeyeceğini 

anlarsın,iş işten geçmiştir...Sonra bi sandal inşa eder ve ''o'' da gider..Sen yine 

susarsın,,Halbuki ne de güzeldi dersin kendi kendine,,''Ne de güzel 

gülüşürdük,dünya dururdu sanki..''Ama aslında dünya herşeye rağmen dönerdi 

ve sen bu gerçeğin bi tokat gibi yüzüne çarpmasından hep korkardın..O tokatı 

yediğinde bi süre salağı oynarsın..''Aman alışkanlık işte,haftaya geçer...''


Evet ''o'' pes eder,ve sendeki ''o'' biter gider...Çok üzülmezsin,çünkü bilirsin ki 

sen ''o'na'' dünyanın en gerçek gülüşlerini verdin.Neyse demem o ki;alışmalar 

kötüdür,hatta berbattır..Alışmaya başladığınız herşeyden uzaklaşın 

düşünmeden..

çünkü ''o herşey'',sizin ona alışmaya başladığınızı hissettiği anda canınızı 

acıtmaya çalışacaktır..

İzin vermeyin.Herkese gülümseyin,ama en gerçek gülüşlerinizi herkese 

göstermeyin.Onları kendinize saklayın,yada sokaktaki küçük bi çocuğa..

Bu yazıda yaşanmışlık aramayın...

Sizde biliyosunuz ki bu hikaye hepimizin ufak bi özeti..

iyi günler..

12 Temmuz 2012 Perşembe

UYUMA, DOĞUR! :)


Kimine göre kendine aile yaratma, kimine göre ölümsüzlük iksiri, bazı cin fikirliler için geçici çözüm, ancak kökenleri çok eskilere dayanan 1 mucizedir doğum! Kendimde doğurduğumdan mütevellit nasıl olduğunu bildiğim dayanılmaz bir acıdır, saçının ucundan ayak parmağına kadar ter içinde kalıyorsun, yaşayınca anlıyorsun. Çok yorucu. O kadar yorucu ki, sancının mola verdiği  45 sn'lik aralarda uykuya dalabiliyorsun. Hah! İşte tamda bu noktada annemin beni doğurma anını yazmak istiyorum. Annem dayanılmaz sancılar çekerken ev-ebe entegrasyonunda şöyle doğmuşum ben ; 
Beni doğurtanı yani bana ilk dokunan insanı hep çok merak etmişimdir. Merak etmeye başladığım zamanlarda ölmüştü kadıncağız. Hakkında tek bildiğim beni doğurturken çok zorlandığı. Annecimin işte o 45 sn’lik molaları az uzun sürmüş, bildiğimiz "tatlı tatlı uykusu gelmiş" :)) Uyuyormuş yani ve hatta olayın ehemmiyetini hiçe sayarak “bırakın uyuyayım” diyormuş. Ben, afedersiniz rahim ağzında ölee kalakalmışım. Ebe’cimde “kızım uyan çocuğu boğcan” diyomuş. Annem yine şuur yoksunu bilinçsiz 1 fukara olarak, doğurmasına ramak kala  “azıcık uyuyayım, uyanınca doğurayım” diyormuş. Ebe’cim en sonunda yaradana sığınıp anneme bi tokat çakmış “ıkın uleyyn!” tadında bağırıp, annemi uyandırmış! Ben de üzerinize afiyet 1 çırpıda (avazda) olmasa da bu dünyaya nahoş gelmişim gayri :)
Uykuyu çok sevmem bu sebeptendir! Ailemin vardığı sonuç budur! ;)



11 Temmuz 2012 Çarşamba

The Bells Toll for Syria


Let’s go back to near history. To the beginning of the WW I, when the Germany was trying to involve the Ottoman officially in the war. We would all remember the bren-carriers called Yavuz and Midilli or better known as Goeben and Breslau. These carriers came into the Ottoman waters from Çanakkale gate and later the Ottomans claimed them and recalled them Yavuz and Midilli. Afterwards, as those carriers bombed the ports of Sevastopol, the Ottomans were also pulled into the war.

And today, there are two obstacles left before the reformation of Middle East, which has started as Arab Spring. One of them is Iran, whereas the other is Syria.  Even though the NATO, United Nations and USA – I guess it would be better to call them “Allied Powers” –provide every kind of support to rebels in Syria, the rebels in Syria could not eventually be successful as they are not skilled as the ones in Egypt and Libya. There is one option left; choosing a victim country to wage a direct war against that country… 

The increasing Arab admiration and Neo-Ottomanism movement have been an obstacle against the Government to involve in a war. So what should be done for that??? Actually the answer has been quite simple. The ones, who know that the Turks would never accept a twist in the wind, pushed the button and made a Turkish jet crash down in the offshore waters of Syria. Syria claimed it was a violation in the sovereign base area, where the Turks saw it as an unacceptable mistake and started to have war paints on. Here comes the question; have you ever filed a complaint to the police against your friend just because he hit you once? Or have you ever sued someone just because he threatened you once? For a legal sanction, the precondition is the continuity of the attack. So? So, as you cannot claim that your jet, which was made crash down by Greek Mirage planes as a declaration of war, you cannot claim this as a declaration of war, either.

And, despite all done, can Turkey be involved in a possible war by a president that is the co-chairman of the Big Middle East plan? I don’t think it is a must to be fortuneteller to guess that. A country, which claims it was an accident that you plane crashed down by the Greek planes, goes in front of cameras and calls the NATO with regards to the Article 4.
Yes, I guess the bells toll for Syria or rather BesharEssad…

10 Temmuz 2012 Salı

GÜLMESENE

Dayımın kızıyla bir hafta arayla doğum yaptık biz, Rezzan daha önce doğdu. Dün G'nin kızı İ'nin doğum gününü kutlayacaklarmış, arada, geçmiş olsa da Rezzan'nınkini de kutlayalım dediler. 'Rezzan'nın işi olabilir!' dedim hemen. Sevmez benim kız öyle şeyleri. 

Aradım Rezzan'ı, 'Gelirim ama benimkini kutlamayın bak, hiç sevmiyorum öyle şeyleri' dedi, tahmin ettiğim gibi.

Akşam söz verdiği saatte evdeydi, dakiktir benim kızım. Ama üstü başı perişaaaaan. 
'Amaaan yaaee nolcak giderim bööölee' dedi, koc-ca kız oldu, hala ben demesem öyle gidecek, toparlayamıyor kendini. 
Bir de elinde eşofmanla gelmiş, 'Bununla gidiyim anne be, ha olmaz mı?' diye sormuyor mu, of of...

Akşam gittik neyse ki, onu giy-bunu giy davasından geciktik, bizi bekleyecek halleri yoktu, kesmişler pastayı. Ama G, kesilmiş pastanın üzerine mumları dikip 'Aaa! Rezzan! Hadi üfle mumları!' diye Rezzan' a doğru ilerleyince, dik dik baktım kızıma, şimdi ters bir şey söylemesin, 'Yeaakk yaa, ne üflücem çocuk gibi' demesin diye. 
Aferin ama; kıkır kıkır güldü sadece, içten içe böyle bir kutlama mı istiyor, anlamadım ki. 
Ayyy, uğraşamam ben G gibi, ekşili köfte yaparım, Avondan parfüm alırım, vallahi daha mutlu olur Rezzan. [doğru bu]

Gecenin ilerleyen saatlerinde, Rezzan ve İ, sahile indiler.
G ile 'Sizin için geldi bu kadar insan, nereye gidiyorsunuz' bakışı yaptık ama yok gittiler.

Bir zaman sonra en ufak kızım geldi, üzerine dondurma dökmüş. O kadar güzel vakit geçiriyorduk ki, kızmadım, eve gidince değiştiririz dedim.
Bir zaman sonra eşim geldi, çorba dökmüş üzerine, nokta nokta olmuş gömleği, keyfim yerindeydi, hallederiz, dedim.

Artık gecenin sonuna gelmiştik ki, Rezzan ile İ geldi. İ içeri girdi, Rezzan kapıdan kafasını uzatmış, girmiyor içeri. 'Ne yabani kız' dedim içimden. 
İ gülerek yanıma geldi. Rezzan beni çağırıyormuş.

İ kıkır gülüyor, Rezzan; 'Gülmesene kızım!' diyordu.
'Anne ya! Karanlıkta görmedim b.k a oturmuşum' dedi beni görünce. 

Allah'ım!!! Sonra da bana 'Çok konuşuyorsun' diyorlar.  Allah aşkına ne diyeyim ben şimdi bu kıza!

.......................................................................................................................................................................

C. TAZ-2

Çok ağladığında, denizde yüzerken su yutmuşcasına tuzlu su tadı olurdu ağzında.
Göz yaşları gözlerinin iznini almaksının, kirpiklerini birbirine yapıştırarak süzülürdü yanaklarından.

O ağlarken alırdı kararlarını, halbuki kaç kere söylemiştim; 'Üzgünken karar alma, sinirliyken cevap verme' diye. Dinlemezdi ki beni. Ben konuşurdum o duyardı ama dinlemezdi.

Beni karşısında görünmez ederdi, toz bulutu olup uçardı ruhum. Karşısında bir et yığını olarak kalırdım. Bakmazdı gözlerimin içine, bir boşluk bulurdu; dalar giderdi. Belki de o boşluğa can veriyordu, kimbilir?
Ne düşündüğünü anlamak imkansızdı zaten.

Birgün bana; 'Birisinin bana anlam vermesini istiyorum!' dedi usul usul. Benim duymamı istememişti sanki; cevap vermemi istememişti. Kendi içindeki onlarca kişilikle konuşur gibiydi.

'Ben seni anlıyorum' diyemedim. Diyemezdim, sıradanlaşmayı göze alamazdım. Binlerce kez söylenmiştir ona çünkü.

Beni 'iyi bir dinleyici' olarak gördüğünü daha tanışmamızın ilk dakikasında anlamıştım. Ben de gönüllü olmuştum  aslında bu misyona. Ses etmedim, dinledim, hep dinledim.

Kendini eksik görürdü. Yalnız hissederdi çok. Arardı eksik yanını!
Ne alakası vardı, eksik miydi ki o, kendisini tamamlayacak birini arıyordu?!
O kadar tamdı ki; yanına yaklaşan taşırıyordu, gönlündekileri, zihnindekileri..
Ha, bir de yaşlarını..
O bunu bilmezdi. Kendisi ile ilgili gerçeği ona  asla söylemedim.

Sıradanlıklar içinde kavrulan insanların yanında parlardı, farkedilirdi, zaman geçse de unutulmazdı.
Ama o bunu bilmezdi, söylesem gülerdi zaten. Ah! O gülümsemesi. İnanmayarak gülümsemesi. Dudağının bir kenarını çapkınca kıvırır, gözlerini devirirdi. İzlediğimiz düşük bütçeli filmlerin aşk sahnelerinde de aynı gülüşünü yapardı. Ben üzerime alınırdım. Bu yüzden söylemedim ona, kendisini.  Bana gülmesine katlanamazdım, bunu göze alamazdım, dayanamazdım.

Bazen ağlarken, gülmeye başlardı. Endişeyle izlerdim.
'Deli olduğumu düşünüyorsun değil mi?' derdi kahkalarının arasında sıkıştırırak.
Endişemi gizler ben de eşlik ederdim kahkahasına, neye güldüğümü bilmeden.

Sonra çeker giderdi. Onu bulmamı istediğinde bulurdum.
Onu her bulduğumda, karnımdaki derin kara delik daha da derinleşmiş, büyümüş olurdu.


8 Temmuz 2012 Pazar

PAZARLAMA

'Kendi blogunun reklamını yapmalısın bence, tanıt kendini insanlara biraz'

--'Çekiniyorum kızım ya; pazarlamacı gibi ne o öyle'

'Gel bak ben açayım konuyu, ağzın laf yapar senin, dene bi'

--'E, iyi bari'...

Ben yapamam, kendi beğendim şeyi övemem, çekinirim. Hele bir de konu bensem; benim yaptığım şey ise, bini bir yaparım, ezerim çok. Bloğun adından da anlaşılacağı üzere...

Şimdi; benim mükemmel pazarlamacı konuşmamla başbaşa bırakıyorum sizleri...

Ece; 'Ya Rezzan da süper blog yazıyooo, anlatamam.'

Reklam yapacağım genç: 'Aaa öyle mi, ne hakkında yazıyorsun peki?'

Ben: 'Eee, şey yazıyom, yazı- mazı gibi bişey'



Reklam yapacağım meraklı genç: 'Haa ne güzel, ne hakkında yazıyorsun? Moda? Siyaset?'

( Moda derken kendi de inanmadı.)

Telaşlı ben; ' Yazı işte, güncel şeyler'

Reklam yapacağım, açıklama bekleyen genç: 'Güncel derken??'

Ne demek istediği anlaşılmayan ben: 'Güncel derken yani, şey.. Şöyle bir şey.. Hani insanın başına gelen şeyleri yazdım ben bloga. Okumalık yani..'

Yalan söyleyemeyen reklam yapacağım genç: 'Hımm, anladım'

EcE: 'Rezzan her insanın başına gelip de kelimelere dökemediği durumları mizansel bir dille ele alıp insanların 'Gerçekten öyle' demesini sağlayan akıcı yazılar yazıyor'

Ecenin sırtından geçinen ben: 'He ya öyle yapıyom! eheh'

Teşekkürler kraliçe :]

5 Temmuz 2012 Perşembe

Çeliker Ltd.Şti

         Başlık bir çoğunuz için yabancı gelmiş olabilir belki Fetttah Tamince dersem biraz daha tanıdık gelebilir. Hala mı yabancı geldi? O zaman Rixos otel dersem kesin bir yerden çıkarırsınız...
         Sosyolojinin giriş kitabı olarak kabul edilen ve hemen hemen her sosyoloji öğrencisinin okuduğu çok sevdiğim bir kitap vardır... "Hayvanlar çiftliği". Bu kitapta kısaca ormandaki hayvanlar Arslanların adaletsiz tutumundan sıkılarak bir devrim yapıyor ve domuzları başa getiriyorlar. Domuzlar başa geldikten sonraki ilk beyanatları ise şudur: "Bütün hayvanlar eşittir, Domuzlar daha da eşittir". Yani her iktidar kendi daha eşit insanlarını yaratır. Yada bunu biraz günümüze uyarlayacak olursak her iktidar kendi zenginlerini yaratır. Zamanında ülkücülük adı altında bunun meyvesini yiyen Cevahir AVM'nin sahipleri de buna güzel bir örnektir.
        Sebepsiz zenginleşme... İktisat okurken hepimiz bunu duymuşuzdur. Bu zenginleşme günümüzde Borçlar Kanunun 61-66 maddelerinde suç unsuru sayılmaktadır. Eğer Çeliker holding'in 2002 öncesi ve 2002 sonrası borsadaki hisse senetlerine bir göz atacak olursanız sanırım daha ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. Yada şöyle bir örnek vereyim: Sayın Tamince bir konuşmasında lise son sınıfta okurken 25 bin doları olduğunu söylemiştir. Lise son sınıf öğrencisinin 16-17 yaşlarında olduğunu düşünürsek şu anki yaşının da 40 olduğunu biliyorsak basit bir hesapla sayın Tamincenin geçen yıllar içinde senede yaklaşık 40 milyon dolar kazandığını görüyoruz.
         Aslında ben her iktidarın kendi zenginlerini yaratmasının çokta yanlış olduğunu düşünmüyorum ama yanlış olan yanlış konularda yanlış insanları zengin etmektir. Bugün turizm denilince akla ilk gelen insan sayın Tamincedir. Peki kendisi turizme ne gibi bir katkı yapmıştır? Ya da şu soruyu sormak daha uygun olur: Bugün Türk turizmi özellikle de Yunanistan, İspanya ve Portekiz gibi ülkelerin krizle boğuştukları fırsatlarla dolu bu sene istenen seviyede midir? Bunlara başka bir yazıda değineceğim ama burada sadece şunu belirtmek isterim ki sayın Tamincenin Türk turizmine tek katkısı Rixos otellerini özellikle de Bodrum Rixos'u Osmanlı motifleri ile süsleyerek yükselen Osmanlıcılık akımına olan yaptığı katkıdır.
   

BİLANÇO 3. gün

3. Gün


Her sene tatilin üçüncü günü, bünyemde inanılmaz ve karşı konulmaz bir 'boncuklu bileklik takma' arzusuyla uyanırım. 
Adetten midir, bilinmez, tatile giden, gittiği yerde, akşam üstü açılan incik bocuk tezgahlarından illa bir bileklik alır. Bu nasıl karşı konulmaz bir histir? 
Tatilde alınan bileklikler gizemlidir, değişiktir yani; şehir merkezlerinden alınanlardan. Eve döndüğünüzde 'pufff!' yer yarılır içine girer, bir daha da bulamazsınız.
Hazır konu açılmışken; bir çift küpe gizemini de asla anlayamayacağım. Birbirinine bu kadar uyumlu bir çift küpe, her nasılsa sabah olduğunda, gece konulan yerde  'yekpare' bulunuyor. Ne oluyor o gece, hala bir sır... Sevgili yazarımız Mehmet Demir olsaydı : 'İsrail ve ya Amerika var bu işin içinde, kesin yani'  derdi. :]  Naber Mehmet? :]




Neyse, konuyu dağıtmayalım..
Denizden döndükten sonra koştura koştura incik boncuk tezgahlarına gittim. Çeşit fazlalığı beni daha da iştahlandırdı. B.kumda boncuk arama kıvamında tüm tezgahları tek tek, yavaş yavaş, diğer insanların görüş alanını kapaya kapaya, sınırları zorlaya zorlaya ilerlerken 'Geçici Dövmeci' gördüm.


'Yooo Rezzan saçmalama, olmaz, o kadar da değil' diye içimden geçirirken gözüme dövmeci çarptı.
Kıçından ha düştü düşecek gibi duran pantolonunu, Dolce- Gabbana (!) kemeriyle tutturmuş, saçlarını ölümüne havaya dikmiş, esmer mi esmer bir ergendi bu dövmeci.
Teypten çalan müziğe, bacaklarını hiç hareket ettirmeden sadece kollarıyla tempo tutan bir dövmeciydi bu.
Öyle dövmeci mi olur mu yahu? Ne biliyim, dövmeci dediğin ya dazlak olur ya uzun saçlı, kolları boydan boya dövmeyle kaplıdır, oynamaz, öyle öğrettilerdi bize okulda.


Öyle boş boş; oynayan dövmeciye bakarken şöyle bir ses duydum..'Abla-abla-abla!!!!'


'Çaatttt!' (Bana çarptılar.) 
'Aaaıııhhh' (Bu da benim tepkim)


Erikli'ye gelmeyi düşünen kişilere uyarımdır; 'Burada, freni olmayan bisikletleri, kalın şeritli plastik terlikleriyle durdurmaya çalışan 9-10 yaşında, çok çocuk var.  (parmak arası terliklerin karizmasını henüz anlayamamış) Olmuyor, duramıyorlar bazen. Temkinli olunuz.' 


Bana bir şey olmadı. Biraz dizimde yanma var ama geçer gibi, eve gidince buz koydum ya bir şey olmaz heralde..


Yahu konu bileklikti.. Bir saniye toparlıyorum..
Neyse, tezgahta duran adamın sinirden gözleri seyirmeye başlamışken, aldım bir tane bileklik, taktım koluma. Ondan sonraki günler, kolumda unutup onunla bronzlaştım, aferin bana.








4 Temmuz 2012 Çarşamba

Kürtaj

       Başbakanımız geçenlerde İstanbuldaki parti kongresinde "her kürtaj bir cinayettir, her kürtaj bir Uluderedir" diyerek büyük bir tartışma başlatmıştır. Bu aslında geç kalmış bir yazıdır.
        Hepinizin malumu başbakanımız kürtajı bir cinayet olarak görüp zorunlu haller dışında bunun yapılmaması gerektiği konusunda kanun çalışması yapıldığını söylemiştir. Hatta sezaryen ile ilgili bir kanun tasarısı da bu sıralarda yasalaşmıştır. Ben herkes gibi bu konuyu " Benim vücudum, Benim Kararım" noktasından ele almak yerine " Doğmamış çocuğa don biçmek" deyiminden ele almanın daha doğru olduğunu düşünüyorum.
          Kürtaj dünyanın hemen her yerinde yasalarla korunan doğal bir haktır. Bu hakka sahip olunan Türkiye'de buna rağmen halen cami veya karakol önüne bırakılan bir çok çocuk vardır. Peki kürtaj yasaklanırsa ne olur? Herkesin bir sevda ile aldığı evcil hayvanlardan bir süre sonra sıkılıp sokağa bıraktığı ülkemde bir sürü sorumluluğu olan bir çocuğun istemeye istemeye doğması sonucu oluşabilecekleri düşünürsek sanırım bugün bile şikayet ettiğimiz sahipsiz sokak çocuklarının sayısında bir patlama olacağını öngörmek zor olmasa gerek.
            Yazıyı kısa tutma adına son olarak şunu söyleyebilirim ki; Kürtajı yasaklarsanız kürtaj yapan kadınların sayısı azalmaz öldürülen kadın sayısı artar...

KIVAMINI TUTTURAMADIKÇA GELMEYENDİR..!


1 az uyku şu an tek istediğim bu’ydu :)
Uyku benim karşı koyamadığım cazibedir. Aşırı dozda tükettiğimde hayatımda kaybettiğim değerli vakitler olarak bünyemde yan etkiler bıraktığı olur. Hergün mutlaka düzenli olarak yapmam gerektiğine inanırım çünkü bu eylem esnasında bilinç üzerimdekileri değil, altındakileri yaşamaya başlıyorum. Kısmi 1 felç durumu gibi, insanın varolduğunu hissetmediği/kendini unuttuğu/ruhun bedenden sızdığı andır. Son zamanlarda her daim bekleyip hep kendisinin geç kaldığı 1 eylem haline dönüştü. Hem en muhtaç olduğum şey hem de gelmediğinde en nefret ettiğim şey. Geceleri gelmek bilmiyor, sabahları da gitmek..! Keşke stok yapabilsem :/ Haftada 1 gün uyusam sonra diğer günlerden yesem çok leziz olurdu :) Bence evrendeki uyku miktarı sabit, 1’inin uykusu kaçıyorsa aynı anda başka 1 galakside 1’isinin uykusu geliyor yani uykusu kaçan kişi ile uykusu gelen kişi sayısı eşit :) Sabah saçmasapan alarm sesiyle uyanır uyanmaz ilk düşündüğüm şey tekrar uykuya dalmanın özlemidir. Uyusam, Uyusa, Uyus, Uyuuuuu . . .

3 Temmuz 2012 Salı

BİLANÇO

1. gün öncesi; yolculuk...

'Rezzan, OGS var mı sende OGS?'
--'Yok baba;
' O zaman bununla git;
-- Hönk! (İçimden böyle bir ses efekti yaptım.) Ölüyo muyum acaba ben, harbi mi baba?
 ''''Harbi ne Rezzan, harbi ne? Bir öğretemedim size kibar olmayı'''' dedi annem. 

Ben istedim bir göz babam verdi iki göz,bir de kontak lens.( Bu hiç kullanmadığım bir tabirdir ama ne hikmetse işte, yazıvermiş bulundum)
Çıktım yola.

Arabayı, dersane ve ev arası kullandığımdan, okul taşıtı gibi olmuştu artık benim gözümde. Siyahlı- sarılı, 'Dur!' tabelam eksik bir tek..

Bu sefer ise; İstanbul' a gidip arkadaşımı alacak daha sonra da Keşan/ Erikli'ye doğru yola çıkacaktık.

İstanbula gidene kadar, 'Bism.. Allahım kaza yapmıyım n'olur, Enyelesvelaaa, Allahuekber'  diye diye gittim, arkadaşımı aldım.

Erikli' ye gidene kadar; sadece bir kere mola verdik.
İşkembe çorbası içtim ayıptır söylemesi, bol sarımsaklı..
Arkadaşımın 'Ya Rezzan allahaşkına nefes verme, kuscam şimdi, mercimek çorbası vardı orda mis gibi, allaam ya, iki dakikada kamyoncuya bağladın işkembe mişkembe' tarzındaki cümlelerini nefesimi ara ara tutmaya calışarak dinledim.


Erikli'ye vardığımızda saat sabaha karşı dörttü. 
Pintiliğim tuttu, 'Gel kızım arabada uyuyalım, nedir yani, bi kaç saat sonra geçeriz eve, para vermeyiz hem de' dedim. Teklifim kabul edildi, sarımsak kokusunda bayıldık zaten. :]

1. Gün..
' Hay allaaam ya! su sıcak akmıyor Rezzan! Hayret birşey!'
---'Sen onu bırak kızım, gel bak buraya karıca basmış buraları hep'. Gelip bakmadı.
' Çamurlu Rezzan bu suuuu!!!' dedi.
---' Anı, arkadaşım bunların hepsi, anı eheh' dedim sevimli sevimli.
' Gülme Rezzan, valla sinir oldum şu an' dedi. Sustum.


2. Gün...

Çok özenmişimdir. 

Sabahın köründe kalkıp havuza, ne bileyim, denize yüzmeye gidenlere, inceden inceden imrenmişimdir.

Sabahın köründe kalktım. Arkadaşım, piiii, uyuyor tabi.

Şıpıdık şıpıdık terliklerimi giydim, yaşıma hiç yakışmayan iri çiçekli, pembe havlumu aldım, özgüvenim tam, çıktım kapıdan. Havuza doğru yürümeye başladım. Kimsecikler de yok, 'ooohh miss valla; sağlıklı yaşam oğğ-luumm eheh' diye, sırıta sırıta yürümeye devam ettim.

Şu hayatta ben çok, nasıl denir, 'g.t' olmuşumdur. 
Öyle ya da böyle, bir şekilde de çeviririm lafı, o durumdan kurtarırım kendimi.
Ama; Allah hiç kimseyi ayağında o terliklerle ve elindeki o havluyla g.t etmesin. Amin.
Açıklaması yok çünkü. Ciddiye alınma ihtimalin, ikna edici olma oranın sıfır, ya sıfır!

Havuz görevlisi bey amca: 'Kızım! Kızım! Kapalı havuz, görmiyor musun?' dedi. 
'Heee, öyle mi?' dedim şıpıdık terliklerimle, zaten ha koptu kopacaklar, ayağımı sürüyerek yürüyerek de söyledim ya. (Bknz: Kıyafet Matematiği adlı yazı- mazıya..)


N'apıyım, istikameti çevirdim kaldığımız karınca yuvasına doğru ayağımı sürüye sürüye.
Kulaklarımın iyi duyduğundan bir haber havuz görevlisi bey amca, arkamdan 'Koc-ca tabelayı görmemiş, kapıyı zorluyo bir de!' diye homurdandı.


Üzerimde döpyes olsaydı, böyle mi olurdu? Çevirirdim bir şekilde lafı.

Kapıya geldiğimde terliğim koyverdi kendini, koptu. 
Açtım kapıyı..
Arkadaşım kalkmış, uykulu uykulu; 'Saat kaç' diye sordu.
Sekiz buçuk olmasına rağmen 'on!' dedim.. 

Odama çekildim, o anda aklıma gelmeyen, verebileceğim mantıklı, kibirli cümleleri hayal ettim.  Uyumuşum sonra...


3. Gün...

Devamı haftaya...









   

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Tayyip vs The Cemaat

Evet hepimizin malumu başbakanımız Tayyip Erdoğan'ın Cemaat ile arasında uzunca bir süredir çatışma olduğunu biliyoruz. Peki bugünlere nasıl geldik isterseniz ona biraz göz atalım...
Aslında her şey Tayyip Erdoğan'ın son seçin öncesi bir önceki dönem vekillerinden 120 tanesinin üzerini çizmesi ile alevlendi. Bu bir parti başkanı için tam anlamıyla gövde gösterisi demekti. 343 vekilden 120 tanesini bir sonraki seçimlerde aday göstermedi 30 tanesini ise seçilmesi zor sıralardan seçime soktu. Tayyip Erdoğan'ın bu hamlesi hemen okyanus ötesinde yankı buldu ve okyanus ötesi Tayyip Erdoğan'ın bu kadar güçlenmesinden rahatsız olmaya başlamıştı. Parti içinden cemaatin tetikçileri rahatsızlıklarını dile getiriyor, Cemaatin yayın organları başta Taraf gazetesi olmak üzere başbakanı eleştiri yağmuruna tutmaya başlıyorlardı.
Derken Cumhurbaşkanlığı ile ilgili kanun teklifinde Tayyip Erdoğan'ın Abdullah Gül'ün tekrar seçilemeyeceğine yönelik tutumu aleni bir savaş ilanı gibiydi. The Cemaat buna sesiz kalamazdı ve bir hamle yapmalıydı. Tam bu esnada The Cemaat hamlesini yaptı ve 7 şubat 2012 de Başsavcı Sadettin Sarıkaya eski başbakanlık müsteşar yardımcısı ve mevcut MİT müsteşarı, Tayyip Erdoğan'ın kara kutusu Hakan Fidanı KCK operasyonu kapsamında ifade vermeye çağırdı. Bu ağır bir atıştı. The Cemaat Tayyip Erdoğan'ın giderek yükselen parti içi hemogonyasından rahatsızlığını açıkça belli etmişti. Tayyip Erdoğan'ın hamlesi gecikmedi ve kanunları sanki bir word belgesini değiştirir gibi değiştirerek Hakan Fidanı ifade vermekten kurtardı.
Ama bununla yetinmek Tayyip Erdoğan'ın fıtratına tersti. Pabucun pahalı olduğunu gören Tayyip Erdoğan Özel Yetkili Mahkemelerin(ÖYM) miladını doldurduğunu düşünerek kaldırılması gerektiğine karar verdi.
Burada bir parantez de Özel Yetkili Mahkemelere açmak lazım aslında. Atatürk zamanında İstiklal Mahkemeleri ister kabul edin ister etmeyin bir çok rejim ve devrim karşıtının yanı sıra masum insanları da dar ağacına göndermiştir. İstiklal Mahkemeleri 3 dönem çalışıp misyonunu tamamladıktan sonra kapanmıştır. Bu mahkeme kapandıktan sonra 1961 Anayasasına 1973 eklenen bir madde ile yerini Devlet Güvenlik Mahkemelerine bırakmıştır. DGM lerde misyonunu tamamladıktan sonra sıra bu sefer bunlara başka bir isim vermeye gelmiştir... Özel Yetkili Mahkemeler. Bu mahkemeler insanları sorgusuz sualsiz içeri atıyor, masumiyet karinesi çiğneniyor hatta masumiyet karinesi tersten işlemeye başlıyordu. Şöyle ki: Suçu ispat edilmediği sürece herkes masumdur dan çıkıp masumiyeti ispat edilmediği sürece herkes suçludur mantığı işlemeye başlıyordu. Tutukluluk süreleri Ceza Muhakemesi Kanunu'un (CMK) 102.ci maddesinin 2.ci fıkrası uyarınca en fazla 2 yılıdır ama zorunlu halleder gerekçesi gösterilerek uzatılabilir ama uzatma süresi toplam 3 yılı geçmez yoruma açık bir maddedir ve toplam tutukluluk süresinin 3 yılı geçemeyeceği mi yoksa 2+3 toplam 5 yılı geçemeyeceği mi sorusu muallaktır. Bu anlaşmazlık tutukluluk sürelerinin infaza dönüşmesine neden oluyor, Türkiye'yi bir korku imparatorluğuna esir ediyordu.
Velhasıl Kelam son Hakan Fidan olayından sonra Tayyip Erdoğan bu mahkemelerin artık kontrolden çıktığını düşünüyor olacak ki bunların kaldırılması yönünde bir kanun çıkartarak The Cemaate son darbesini vuruyordu. Bakalım önümüzdeki günler bize bu çatışmadan daha neler gösterecek bende merakla bekliyorum...

Şike Davası

Evet bugün şike davasının kararının açıklanması ile yine gündem futbola döndü. Eğer bugün şike davası sonuçlanmasaydı neleri konuşuyor olacaktık? Belki Suriye meselesi, belki cari açık ve belkide en önemlisi Madımak davasının zaman aşımına uğraması konuşuyor olacaktık. 
Bu dava ile ilgili biraz konuşmak gerekirse... Operasyonun ilk gününden son gününe kadar hemen hemen bütün hukuki gerçekler ayaklar altına alınmış Aziz Yıldırım'ın emniyet sorgusunda çekilen aciz fotoğrafları yayın yasağı olmasına rağmen Vatan ve Milliyet gazetelerinde sür manşetten verilmiştir. Fenerbahçe camiasına yapılan bu linç girişimi bununla da kalmamış her gün televizyonlara çıkan Fenerbahçe düşmanları ağızlarından salyalar akıtarak Fenerbahçeyi başkanın tutuklanmasından dolayı yerden yere vurmaya başlamışlardı. Süreç Fenerbahçe camiası için çok sancılı geçiyordu. Şampiyonlar liginden men edilmesi ile ekonomik bir darbe alan Fenerbahçe futbol takımı en iyi oyuncularından 3 tanesini satmak zorunda kalıyordu. Her gün ayrı bir drama ve komediye sahne olan bu tiyatroda Fenerbahçe taraftarları ise bunun siyasi bir dava olduğunu düşünüp başkanlarına sahip çıkıyorlardı. Aslında henüz 13 yaşındaki N.Ç.'ye tecavüz eden sapıklara iyi hallerinden ötürü 4 seneye mahkum edildiği, M.Ali Ağça'nın papa'ya süikastinden 19 yıl Abdi İpekçi cinayetinden ise 10 yıla mahkum edildiği bir ülkede Aziz Yıldırıma 138 sene hapis cezası istenmesi onların çok da haksız olmadığını gösteriyordu.
Günler ilerledi bu ülkenin Genelkurmay başkanı Terör örgütü yönetmekten tutuklandı, Milletvekilleri delileri karartma ve yurt dışına kaçma şüphesi olduğu gerekçeleri ile tutuklu tutulmaya devam etti. Ama Fenerbahçe'nin tasfiye davasında oluşan kamu oyu hiç birinin davasında oluşmadı. Fenerbahçe taraftarı sürekli yürüyüş yapıyor ve köprüleri trafiğe kapatıyor ve bu haksızlığa karşı çıkıyordu. Fenerbahçe taraftarı en büyük sivil toplum örgütü olduğunu ortaya koyuyor ve Cemaat Fener ile başa çıkamaz diye haykırıyordu. Fenerbahçe'nin bütün başkanlarının dönemin iktidarına yakın isimlerden olması bu kanının temelini oluşturuyordu aslında. 
Ve en sonunda artık mızrak çuvala sığmamaya başlamıştı. Cemaate yakın yayın organları böyle bir şeyin olmadığına dair yayınlar yapmaya başlamış Başbakan UEFA başkanı ile görüşme yapmış ve bu davada geri adımım atılacağının sinyalleri gelmeye başlamıştı. 
Bu arada lig bütün hızıyla sürüyor ve insanlar her geçen gün biraz daha kutuplaşmaya başlıyordu. Sanki bu lig 2 ay daha sürse Türkiye 4 ayrı özerk bölgeye ayrılacak kadar kutuplaşmıştı insanlar. Neyse lig bitti sular duruldu gerçek gündeme geri dönülmeye başlandı derken bu seferde ÖYM'lerin kaldırılacağı yada isminin değiştireleceği dolasıyla karar verme zamanı gelmişti. Türkiye'nin belki de en hızlı sonuçlanan davası olan şike davasında kararlar açıklandı ve gündem yine futbola döndü. Hükümler ile ilgili yorumu ise size bırakıyorum.
Bu yazı tamamen taraflı bir yazıdır. Zaten Fado-Fiesta-Futbol üçlüsünden de en çok futbolu severim. Saygılar...